Türkiye’miz gençleşti, şehirleşti.
Ordumuz, 20 Temmuz 1974 târihindeki Kıbrıs Barış Harekâtı ve PKK’nın 15 Ağustos 1984 târihindeki ilk silahlı eylemi ile başlayan, adı konulmamış çatışmalar hesaba katılmazsa, 15 Ekim 1922 tarihinde biten İstiklal Savaşı’ndan sonraki 95 yıl boyunca savaş yapmadı.
Savaşmadık, gençleştik, şehirleştik.
Savaştan uzak kalmak, yarınlar için yatırım yapma imkânı verir.
Gençleşen nesil, daha büyük enerji, daha üstün seviyede zekâ potansiyelidir.
Şehirleşme; tarımdan sanayiye geçiş demektir. Yükte hafif, pahada ağır üretim imkânı verir. Bu imkânla genç neslin daha iyi yetişmesi sağlanır. Daha iyi yetişen nesil Türkiye’yi, çağdaş ülkelerin seviyesinin üzerine çıkarır. Dünya gücü olmasa bile bölge gücü hâline getirebilirdi. İçeride huzur ve refah, dışarıda itibar ve caydırıcılık kazandırırdı. Bunların hiçbiri olmadı.
Özetle; savaştan uzak kalmanın, gençleşmenin ve şehirleşmenin faydalarını yeterli ölçüde kullanamadık. Zararlarını da önleyemedik.
Otobanlar, muhteşem alışveriş merkezleri, tüneller, lüks siteler, ultra modern turistik tesislerimiz var. Görünüşe göre kalkınmış bir ülkeyiz.
Evet… görüşüne göre.
Bunlar elbette yapılmalıydı. Aksi takdirde Türkiye, 20 yaşındaki bir gencin, 10 yıl önceki pantolonun ve ceketin içerisine sığmak mecburiyetinde kalmış zavallı insan durumunda olurdu.
Gelinen noktaya bakıldığında 20 yaşın gereklerine sâhip olduğumuz düşüncesine kapılmak mümkünse de karşı karşıya bulunduğumuz problemler sebebiyle 40 yaşına gelindiğinde problemlerin azalacağına dâir ümitler diri değil.
Fert başına millî gelirde, gelir dağılımında, ödemeler dengesinde, bütçe ve dış ticâret açığında, baş edemediğimiz problemler çığ gibi büyüyor. Açıkça söylemek gerekir: Problemler önlenemezse Türkiye batar. Lâmı-cimi yok, batar. Nasıl battığına da akıl erdirilemez. Çünkü devletin batışı, geminin batışı gibi gözle tâkip edilemez.
İlkokuldan yüksek tahsile kadar, eğitimden vazgeçtik, doğru dürüst öğretim bile yapılamıyor. Öğretim, insan hayatının en fazla 16, bilemediniz 18 yılını alır. Bu 18 yıl içerisinde öğretim tam olarak yapılamaz ise, ömür boyu devam etmesi gereken eğitim de sağlanamaz. Bilmesi gerekenleri öğrenememiş, eğitimsiz kalabalıklarla devleti uzun müddet yaşatmanın mümkün olmayacağını söylemek için âlim olmaya gerek yok.
Biliniyor: Kazanmadan harcayan aile batar. Üretmeden harcayan devletler de…
Acı hakîkatleri söyleyenlerin; şom ağızlı, moral bozucu, bozguncu olarak suçlanması, zevâhiri bile kurtarmaz. Gerçek durum bilinmeli ve tedbir alınmalı. İnsan düştüğünün farkında değilse kalkamaz.
Ülkesinin bağımsızlığını korumak ve iktisâdi gücünü artırmak demek olan vatanseverlik, milletinin kalkınmasını, geleceğinden emin olmasını sağlamak demek olan milliyetçilik… başka türlü nasıl düşünceden fiiliyata dönüştürülebilir ki?
Gerçekler söylenecek…
Günümüzden 40-50 sene öncesine kadar babalarımız veya dedelerimiz köy odalarında, kahvehânelerde; Yemen’de, Galiçya’da, Çanakkale’de, Sakarya ve Dumlupınar’da bizzat kendisinin veya yakınlarının kahramanlıklarını, vatan-millet sevgisini, Allah (cc) ve Muhammed (sav) aşkını anlatırlar, gençler dinlerlerdi. Şimdi kafelerde diskolarda konuşulan, bilmem hangi futbolcunun attığı goldür veya kimin kiminle seviyeli birliktelik (?!) yaşadığıdır. Biraz daha seviye (?!) kazanmış olanlar; dürüstlüğe ve çalışkanlığa attığı çalımla köşeyi nasıl döndüğünü anlatıyorlar.
Elbette iyi yetişen gençlerimiz var. Sayılarını artırmalıyız. Devlet makamlarını biat ehline değil, işin ehline teslim etmeliyiz.
Kurtuluş bundadır!
TEFEKKÜR MAYASI:
Batılılaşmak… Fakat nasıl?
Aynştayn yerine Salvator Dali’yi taklit ederek batılı olmak mümkün değildir. İbrahim Şinasi, Paris’te Cafe Boulvard’da çarliston yapan kadınlara bakıp; ‘Bir gün benim memleketimde kadınlar böyle dans ederlerse, milletim batılıların seviyesine çıkmış olacak’ diyordu.
Eğer batılılaşmak bu ise; diskolarımızda, transseksüel ve biseksüel kulüplerimizdeki manzara ile batılıları fersah fersah aştık. Fransızlar gelsinler, batılılaşma nedir bizde görsünler.