Bundan 43 sene önceydi. Tankların Cumhuriyet Caddesi’nden geçtiği, siyah beyaz devlet televizyonunda ordunun ülkede düzen ve istikrarı sağlamak kardeş kavgalarının önüne geçmek için yönetime el koyduğunun anons edildiği, tertiplenen oyunun son sahnesinin oynandığı ve perdenin alkışlar arasında kapandığı zamandı.
Sahne Türkiye, seyirciler Türk halkı, oyuncular genelde öğrenciler, işçiler, emekçiler ve siyasilerdi. O gün, sahnenin lambaları söndürülmüş, perde kapanmış, aktörler sahneden indirilmiş, seyirciler evlerine gönderilmişti. Oyundan geri kalanlar ise hafızalarda kalan manzaralardı.
Ülkenin yetmiş sente muhtaç edildiği dönemlerdi. Sürgünlerin, boykotların, grevlerin, siyasi cinayetlerin, jurnallerin, öğrenci ve işçi hareketlerinin kontrolden çıktığı, kısaca ülkenin üzerinde kara bulutların gezindiği talihsiz günlerdi. Bu ateşi kimler çıkarmıştı da neden sonra yanan ateşi söndürmeğe karar vermişlerdi?
Ülkeyi yetmiş sente muhtaç edenlerin, zamanında yanan ateşe su serpmeyenlerin, tedbir almayanların suçları yok muydu? vicdanları rahat mıydı? suçlular sadece verilen rolleri iyi oynamaya çalışan aktörler miydi?
Maksat, ölüyü gösterip, hastalığa razı etmek miydi? 1980 öncesinin anlı öpülesi gençliğine faturaların yekûnu kesilmişti. Bedeli aileleri ile fikirdaşları ödediler. Kimisi canlarından çok sevdiği ülke toprağına düştü. Kimileri darağacında ipe çekildi. Kimileri zindanlarda gençliklerini geçirdi. Kimiler de sakat kaldı. Oysa kargaşa içerisindeki ülkelerinin aydınlık geleceği için fikir sahibi olmuşlardı. Bir kesim yayılmacı politikaları ile dünyayı kasıp kavuran SSCB’nin ülkelerini tehdit eden politikalarına karşı mücadele ediyor, bir kesim de bir başka emperyalist güç olan Amerika’nın bağımsızlığımızı elimizden alma senaryolarına karşı direnç gösteriyorlardı. Kısaca ülke sevdalısı bu gençlerin eline sağ ve sol reçeteler tutturulmuş her iki kesimde kendi reçetelerinin hastaya şifa vereceğinin kesin inançlarını taşıyorlardı. Kahrolsun Amerika ve komünistler Moskova’ya sloganları ile “Bağımsız Türkiye” ve “Milliyetçi Türkiye” söylemleri durumu özetleyen simgelerdi. Onlar gencecik omuzlarına, toplumsal sorumluluk yükünü alan Anadolu’nun fakir aile çocuklarıydı. Ceplerinde çoğu zaman simit paraları bile yoktu. Aşkı ve sevdayı hiç tatmadılar. Parayı hiç tanımadılar. Birbirlerini tanıyacak, anlayacak, fırsatı ve ortamı bulamadılar veya bu ortam kendilerine sağlanmadı, sağlatılmadı. Okudular, düşündüler, tartıştılar kendi dünyalarında çözümler aradılar, filmlere, romanlara, kitaplara konu oldular. Onlara düşünecek fırsat bile verilmedi. Neden sonra anladılar kardeşin kardeşe kırdırıldığı tezgâhları. Neticede, zindanlarda kader birliği ettiler.
İlerleyen yıllarda Nazım Hikmet’ in Kuvayı Milliye Destanındaki bir şiirinin, karşı görüşün en yetkin lideri tarafından okunacağını nereden bilebilirlerdi? Balistik incelemesi yapılan bir silahın o günlerde sabah bir görüşten, akşam diğer bir görüşten gence kıydığını öğrendiler.
Zindanları, Medreseyi Yusufiyeye ve fikir mekteplerine çevirdiler.
Banka soymadılar, devleti ve milleti aziz bildiler, yetim hakkı yemediler, rüşvet almadılar. Darağacına gönderilen bir avuç genç fidanın dünyanın en kuvvetli ordusuna sahip bir ülkenin düzenini değiştirmeye güçlerinin yetmeyeceğini herkes biliyordu.
Perde kapandıktan sonra uzun süre düşünme fırsatı buldular. Yol ayrımlarına girdiler. Kırıldılar eğilmediler. Suçlu onlar değillerdi ama bedel onlara ödetildi. Sovyet Rusya dağılmış, kahrolmuştu ama Amerikan emperyalist gücü yanı başımıza kadar gelmiş sınır komşumuz olmuştu. Turan hayali gerçekleşmişti ama arzu edilen heyecan yakalanamamıştı. O fikir disiplinleri içerisindeki toplumsal sorumlulukları zirvede olan cesur yürekli ve inançlı gençlik devlet kademelerinde, siyasette ve ticarette olsalardı ülke için çok büyük bir kazancın sağlanacağı muhakkaktı. O nesilden faydalanmayan zihniyeti sorgulayan hiç olmadı. Ölmek, hapislerde yatmak yerine ülke için yaşasalardı olmaz mıydı?
Onlar Anadolu’nun garip köylerinden mazlum kulların tercümanları olarak yola çıkmışlardı. Kubbede hoş sadalar bıraktılar. Gücenmediler. Nerede hata yaptık diye sordular. Ülkeleri için, sorumluluk hissettikleri için pişman olmadılar. Nazım HİKMET gibi, Necip FAZIL gibi usta kalemlerin çıraklarıydılar. Bayburtlu Zihni gibi ağladılar, hoca Nasrettin gibi güldüler.
Şu günlerde “Eski çamlar şimdi Noel ağacı/ Dallarda eğreti yaprak utansın” diyorlar mı? Bilmiyorum. Onların kaybolan yıllarını kimler geri getirecek? O yılların şok dalgasından etkilenen o günkü gençliğin yaşadıkları kendilerinde nasıl bir ruh hali oluşturmuştu? Kimseleri ilgilendirdi mi? Sosyal bir travma geçirmiş toplumun rehabilitasyona ihtiyacı yok muydu? Bu görev modern ve çağdaş medeniyet seviyesini hedefleyen bir sosyal devletin yapması gerekli işler değil miydi?
Yaralarını kendileri sardılar. Onurluca aramızda geziyorlar. Onlara yıllarını kaybettirenlerin vicdan yaraları nasıl kapanır. Bilenimiz var mı?