Türkiye normalin üzerinde sıcak geçen yaz aylarını bitirerek Eylül’e yani sonbahara merhaba dedi. Yazın son iki ayında yargı mensuplarına, öğretmenlere ve milletvekillerine tanınan tatil imkânından dolayı “dinlence” ye geçen kamu kurum ve kuruluşlarının çarkları Eylül’ün başlamasıyla birlikte yeniden dönmeye başlıyor; okullar açılıyor, adliyenin ardından 1 Ekim’de Meclis de çalışmaya başlıyor. Bu kurumların çalışmaya başlaması dolayısıyla artık gelenek haline gelen törenler düzenlenecek, yapılacak protokol konuşmalarında eğitim ve yargımızın ne kadar düzenli işlediği anlatılacak, bazı reform hazırlıklarının yapıldığı, bunların kısa zamanda Meclis’ten geçirilerek yürürlüğe konulacakları ifade edilecek.
Türkiye’de yargı, hukuk ve eğitim konularında reel şartlarla yetkililerin anlattıkları uzun zamandır örtüşmüyor. Mesela yetkililerin konuşmalarında ifade ettikleri gibi, her vilayette üniversitenin olması, okullaşma oranının yüzde yüze yaklaşması, öğrenci kredileri, yurtlar vb. rakamsal tabloya bakıldığında Türkiye’de eğitim konusunda sorun yaşanmıyor görünüyor. Söylenenlere bakılırsa sadece eğitimde değil Hukuk ve yargı konusunda da başarılıyız, dünyaya örnek olabilecek aşamadayız.
Hani rivayet bu ya; kutup ayısı yanında küçük çocuğuyla kar ve buzların üzerinde yürüyorlarmış. Çocuk sorar,
- “Anne sen kutup ayısı mısın? Elbette yavrum”, çocuk ardından gene sorar “anne babam da kutup ayısı mıdır?“ Elbette yavrum”, çocuk devam eder “Yani ben de bir kutup ayısı mıyım?” “Tabii yavrum sen de kutup ayısısın“ Ve çocuk dişleri soğutan biri birine vurarak gene sorar “Öyleyse anne ben neden böyle üşüyorum? “
Türkiye’de de bu konularda sorun yoksa yargıya güven toplum kesiminde neden düşük düzeyde? Uluslararası hukuk kurumlarının araştırmalarında yargı bağımsızlığı, hukuk devleti ve demokrasi gibi konularda neden üçüncü sınıf Afrika ve bazı Asya ülkeleriyle aynı kategoride görünüyoruz? AİHM kararlarının kendi mevzuatımızdan daha öncelikli olduğu Anayasamızda ifade edilirken neden bu kararları ısrarla uygulamıyoruz veya Anayasa Mahkememizin bazı kararlarını uygulamayan alt mahkeme hakimi ödüllendirilir gibi Yargıtay üyesi yapılabiliyor. Yargı bağımsızlığının olmazsa olmaz şartlarından biri olan “hakim ve savcıların coğrafi teminatı” neden yok? Cumhurbaşkanımız dört yıl önce 2019’da yargıyla ilgili bir toplantıda bunun yargı bağımsızlığının temel unsurlarından biri olduğunu belirterek en kısa zamanda bu eksikliğin giderileceğini ifade etmişti. Dört yıldır bu hususta bir gelişme olmadığı gibi Adalet Bakanının geçe ay “yargıda reform planı“ olarak ifade ettiği bazı değişiklikler arasında da buna yer verilmediği görülüyor. Yargı sürecinin kısaltılması amacına yönelik teknik nitelikli bu tarz düzenlemelerle yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı elbette sağlanamaz; yargının atanma, tayin ve terfi konularında yürütme organına bağımlı olması kuvvetler ayrılığı ilkesiyle bağdaşmaz.
Yeni adli yılın açıldığı günlerde okullarımız da açılıyorlar. İlk ve ortaokullarda 20 milyona yakın öğrencimiz ders başı yapacaklar. 208 Devlet ve vakıf üniversitemizde 6 milyon 950 bin gencimiz okuyor. Pek çok Avrupa ülkesinin nüfusundan daha fazla (27 milyona yakın) öğrencimizin olması sosyolojik ve pedagojik bir zenginliktir. Böylesine muazzam bir imkânı ne yazık ki bilinçsizce harcıyoruz, heder ediyoruz.
Eğitim meselemizi sadece bu iktidar döneminde değil, uzun yıllardır çözemedik. Bazen iyi niyetli, samimi ve vatansever Bakan ve bürokratların girişimleriyle belirli bir mesafe alındıysa da bunu eğitimin her alanına ve uzun bir döneme yayarak sistemimize entegre edemedik. Bırakın değişik iktidarlar dönemini, 21 yıllık AK Parti döneminde görev yapan altı Bakan’ın izlediği politikalar bile farklı oldu. Akademik, bilimsel alt yapısı, yeterli öğretim üyesi kadrosu olmadan, hangi alanlara ağırlık verileceği belirlenmeden popülist hesaplarla her vilayete üniversite açılmasının sonuçları ortada. YKS sınavlarındaki tablo, sıfır çekenlerin sayısı, bazı üniversitelerde fen ve matematik bölümlerinin açılamayışı eğitim kalitemizin yerlerde süründüğünün göstergesidir.
Her şeye rağmen hâlâ iyi eğitim verilen belirli üniversitelerimizin mezunları dönmemek üzere yurt dışına çıkıyorlar. 2008 yılına kadar özellikle ABD‘de kariyer yapan gençlerimizin yüzde 76’sı yurda dönme eğilimindeydi. Nitekim bunların çoğu TCMB, ASELSAN, TÜBİTAK, Hazine gibi kurumlarda görev aldılar. Fakat bir süre sonra liyakatin yerini siyasi bağlılık ve sadakat kriterleri alınca, siyasi otoritenin güvencesini arkasına alan ekipler buraları kontrollerine alabilmek için tasfiyelere başlayınca tersine beyin göçüyle ülkeye gelenler kovulurcasına görevlerinden uzaklaştırıldılar; geldikleri diyarlarda hâlâ liyakate bakıldığından dönüp oralarda işe girdiler.
Geçen ay bir gazetede Almanya’da birkaç bin doktorumuzun bir araya geldiği büyük çaplı kırsal pikniğin resmini gördüm; hüzünlendim, çünkü bu beyin göçüdür, insani kalitemizin ciddi anlamda kaybıdır. “Giderlerse gitsinler” denilmesini aklı selim sahibi hiçbir vatandaş içine sindiremez. Almanya’da 25 bin kadar doktorumuz var ve sayıları giderek artıyor.
Türkiye’nin 2006‘dan bu tarafa teknolojik ve katma değeri yüksek ürün ihracatı dibe vurmuş durumda. Dış ticaret rakamlarında bu net şekilde görülüyor. Dış ticaret açığımız önceki ay 120 milyar doları bulmuştu. Tüketime dayalı yüzde 3,8 büyüme maalesef refah getirmiyor. İmam Hatip okullarının ve İlahiyat Fakültelerinin sayısını artırarak, bazı dini cemaat ve vakıfların mensuplarına Millî Eğitim Müdürlükleriyle protokoller düzenleyerek manevi/ahlâki eğitmen sıfatıyla ders anlattırarak eğitim kalitemizi yükseltemeyiz. Diplomalı işsizler ordumuz her geçen gün büyürken, nitelikli insan oranımız hızla azalırken, temel bilimler can çekişirken, tarih ve Türkçe dersleri köşeye itilirken sıkça söylenen “Türkiye yüzyılı“nın kimlerle, hangi kesimle kurulacağı da keşke açıklansa…