Yahya Kemal, tarihi, kültürel ve insani özellikleriyle anlattığı Kocamustafa Paşa şiirinde şöyle diyor:
Kuru ekmekle peyniri lezzetle yiyen
Çeşmeden su içerken “şükür Allah’a” diyen
…..
Şu fetih vak’ası ya rab! Ne büyük mucizedir!
Her tecellisini nakletmek uzundur bir bir
…
Derler: insanda derin yaradır köksüzlük
Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük
Sızlatır beni saatlerdir dayanılmaz bir acı
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı
11. nci asırda başlayıp altı asır süren, Anadolu ve Rumeli’yi vatanlaştıran Türk-İslam fütuhatının taşıyıp getirdiği kültür ve medeniyetimiz bütün unsurlarıyla daha çok şehirler ve onlara vücut veren mahallelerde yaşanır. Payitaht İstanbul fethin hemen ardından başlatılan şuurlu girişimlerle Fatih Sultan Mehmed Han henüz hayatta iken kültür ve medeniyetimizin her yönüyle liyakatle resmî edildiği siyasi içtimai, ilmi ve dini bir merkez haline gelmiş, asırlar boyunca bu özelliğini korumuştu. Sonraki asırlarda yaşanan çok sayıda büyük depremler ve bütün bir semti yakan yangınlarla büyük felaketler yaşanmış olsa da, İstanbul geçen asrın ortalarına kadar sadece Türkiye’nin değil bütün Türk ve İslam dünyasının manevi, dini ve siyasi cazibe merkezi durumundaydı. Ancak önce Batı dünyasının yükselişi karşısında yenik kalmanın ezikliği içerisinde başlatılan, yenileşme girişimleriyle önce kültürel dokusu bozulmaya başladı; özenilen Batı’nın ilmi zihniyetini kavramak yerine şeklen benzemeye çalışıldı. Bu yanlış tercihler sonucu ortaya çıkan “batılılaşma anaforu” ortamında bocalayan aydınımız, milli kimliğimize yabancılaştı, aydın-halk ikilemi oluştu. Ardından iktisadi ve ticari alanda küreselleşmenin de etkisiyle depremler yaşanmaya başladı. Rantiye adıyla tanımlanan vurgunculuk meşrulaştırıldı; hangi yoldan olursa olsun zenginleşmek, kamu kaynaklarını talan edercesine kullanmak ekonomik siyasal ve bürokratik hayatın temel yöntemi olarak benimsendi. Bu zihniyet ve ahlâk değişimin en çarpıcı sonuçları her şeye rağmen asırlardır medeniyetimizin merkezi olma şerefini üstlenen İstanbul’da ortaya çıktı; gözbebeğimiz olarak titizlikle korumamız gereken kentimiz, tarihi ve kültürel kimliğini hızla yitirmeye başladı.
Günümüzde yakın geçmişimizin pırlantası konumunda olan İstanbul, çoğu Suriye’li, Afrikalı, Asyalı on milyon civarındaki kayıtlı yahut kayıtsız sığınmacının barındığı, güvenliğin kalmadığı, bazı semtlerinin “bizim” olmaktan çıktığı kozmopolit ve “obezite bir kent“ haline geldi. Bir zamanlar buranın nasıl bir İstanbul olduğunu rüyadaymış gibi hatırlamak, neler kaybettiğimizi düşünmek isteyenler olabilir mi bilmiyorum; ama rahmetli Samiha Ayverdi Hanımefendi’nin “İbrahim Efendi Konağı” isimli eserinden bir pasajı burada paylaşırken hem O’nu, hem de adım adım dolaştığı İstanbul ‘un her semtinin tarihi, kültürel ve manevi özelliklerini ruhuna sindirerek, lezzetini duyarak şiirleştiren Yahya Kemal‘i rahmetle, hürmetle ve muhabbetle anıyorum:
“Bir mahalle cemiyet bünyesi içinde sağlam bir hücre, üreme ve devam vazifesini bir ibadet kutsiyetiyle üstüne almış bir kale demekti.
Mahalle denen dayanıklı, sağlam ve tarihi uzviyetin bir minyatür devletçik hüviyeti ile devam ve idamesi ise, bu devletçiğin bir nevi teşri ve icra organları olan imam, muhtar ve bekçinin uhdesine havale edilmişti.
İmam dinden gelen güven ve saygının, muhtar devlet ve hukuk nizamının, bekçi ise din ve devlet buyruğu gözcülüğünün birer temsilcisi idiler. Mahalle ile bu üç müşterek kuvvet arasında sevgi ve itimat havasına dayanan öyle bir su sızdırmaz alış-veriş vardı ki mahalleli ırzına, namusuna, şerefine ve menfaatine kale olan bu üçlü otoriteye karşı edep ve itaatle boyun keser ve çok defa ihtilaflarını ve meselelerini devlet kapısına çıkarmadan, hakim önüne götürmeden onların müdahalesiyle hallederdi. Mesela imam efendinin yap dediğini yapmamak, yapma dediğini yapmak mahalle geleneğinin affedeceği işlerden değildi.
Henüz politika rüzgârlarının fırıldağı haline gelmemiş olan muhtarlar ise, mahallenin yerli ve şerefli sakinlerinden seçildiği için tutumları, fikirleri ve kararları saygıyla karşılanırdı.
Bekçilere gelince, poturları, şalvarları, Abant sarıkları ile üniformalarının gerçekten ehli olan bu cesur ve mert adamlar imamla, muhtarların olduğu kadar mahallesinin de emrinde idi. Hiç kimse bekçi deyip de mühimsemezlik edemezdi. Bir mahalleye bekçi olabilmek, namusun, ahlâkın, meslek evsafının yerli yerinde olması kadar, bekçi tayin etmek de gediğin, ocağın hakkıydı. Teşkilatın bir mahalleye gönderdiği bekçiye mahalle ırzını, namusunu, malını ve canını tereddütsüz teslim edebilirdi.
İşte bir nevi idareciler ve idare edilenler denebilecek mahalleli ile onun üçlü başı arasındaki kolektif hayat, her semte hatta her sokağa ve hatta her eve bir şahsiyet, bir kendine görelik imtiyazı bahşetmişti. Onun için de insanların mahallelerine, sokaklarına, hele evlerine olan bağlılıklarına bu derinden gelen anlayışın bir neticesi denilebilirdi. Bu yüzden de el ele tutuşan aile ve mahalle, sosyal hayatın sırtını dayadığı fethedilmez bir kale, görenek ve geleneklerin şifahi kanunları ile idare olunan feodal merkezcikler idi.
Not: Bu yazıda zikredilen Kocamustafa Paşa şiirini milli şuur sahibi her aydınımızın mutlaka okumalarını öneririm. Google’dan kolayca indirilebilir.