Prof. Dr. Hüsniye CANBAY TATAR

Akademisyen

Cinsiyet ve Bazı Görünümleri

Cinsiyet doğuştan getirdiğimiz özelliklerden bir tanesidir. Kendine benzeyen varlıklar dünyaya getirebilmek açısından da değiştirilemeyen bir niteliğe sahiptir. Erkek ve kadın olmakla ilgili görüşlerden biri, biyolojik ve genetik açıdan meseleye yaklaşır ve doğuştan getirildiğini vurgular; bazıları ise insan davranışının, sosyal çevrenin yönlendirmesi ve bireye öğretilmesi ile aktarıldığını ifade eder.

Cinsiyetin kendisi doğuştan gelmekle birlikte, cinsiyet algılaması ve cinsiyet rollerinin öğrenilmesinin de içinde yer aldığı genel olarak cinsiyet kültürü, sosyalleşme sürecinde bireye aktarılır. Nitekim insanlardaki evliliğin, hayvanlardan farklı olması gibi. Cinsellik yalnız başına henüz bir evliliği oluşturmaz. Evliliğin geçerli olabilmesi için özel bir törenle onaylanması gerekir, bu da tabulardan ayrılan toplumsal bir olaydır. Burada kültürün, toplumsal onaylamanın ve iki birey arasında yeni ilişkiler kuran bir biçimin gerçek yaratıcı eylemi karşısındayız. Böylece insanoğlunun yaratıcılığı sayesinde aile, cinsel ihtiyaç ve neslin devamının da içinde yer aldığı daha birçok ihtiyacın karşılandığı icat edilmiş bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hayvanlarda evlilik cinsellikle başlayıp, gebelikle sonuçlanırken insanlarda ise kültürel etkenlerin etkisi ile başlar, toplumsallaşmayla sonuçlanır ve toplumsal baskının çeşitli sistemleri sayesinde sürdürülür. Cinsellik içgüdüsel ve hayvanlarla ortak yönümüzü oluştururken, aile kültürel bir özellik taşımakta ve insana mahsus yönümüzü oluşturmaktadır. Ancak günümüzde ailenin ekonomik bir birim olmaktan uzaklaştığı, evliliğin romantik aşk ve cinsel çekiciliğin üzerine temellendiği ve cinselliğin üremeden ayrıldığı, nihayet birliktelikle ilişkilerin arzulanır olduğu bir döneme eriştiğimiz ifade edilmektedir.

Evlilikler yaşansa da boşanmaların en azından bazı toplumlarda ciddi boyutlara ulaşması, dünyaya çocuk getirmek hususunda isteksizlik ve çocuğun evlilik dışı ilişkilerde dünyaya gelmesi, evlilik yerine ilişkilerin daha çok tercih edilir olmasıyla “ailenin ölümü” gündeme gelmiş, “çok evlilik çok boşanma” toplumu olarak nitelenmesine yol açmıştır. Cinselliğin üremeden ayrılması ile de homoseksüelliğin artmasına sebep olduğu iddia edilmektedir.
Kadınlığın mitolojik görünümleri olan Tanrıça kültünün hâkim olduğu neolotik dönemde kadının toplum hayatında merkezî öneme sahip olduğu ve inançların merkezinde de yer aldığı düşünülmektedir. Ana tanrıçaların bereketi, zekâyı, yaratmayı üstlendiği; kadınların ise yeryüzünde benzeri rolleri ifa ettiği söylenmektedir. Ancak sonraki dönemlerde denetim ve iktidarın erkeklerin eline geçmesiyle bir taraftan ana tanrıça kültünün, öte yandan kadının toplum hayatındaki yerinin önemsiz hale geldiği bir döneme geçilmiştir. Bundan sonra Tanrı bile erkek olarak algılanmaya başlanmıştır.

Söz konusu değişim, kadının biyolojik özellikleri, doğurganlığı ve emzirme döneminin uzunluğuyla izah edilmektedir. Buradan hareketle kadının sözkonusu durumdan kurtulabilmesinin yolu olarak biyolojik devrimle doğurganlığın kadın bedeninin dışına taşınması teklif edilebilmektedir. Halbuki kadının erkeğe eşit olması için doğurganlık gibi kadınsı özelliklerinden kurtulması gerektiğini iddia etmek, erkek kimliğinin kutsanması ve kadın kimliğinin inkâr edilmesinin dışa vurumudur. Ayrıca kadınların egemen olduğunun söylendiği dönemde de kadınların bu özellikleri taşıdığı -aksi takdirde biz torunları 6-7 milyara ulaşamazdık- hususu izahsız kalmaktadır. Ayrıca Semavî dinlerin erkek egemenliğini güçlendirici etkisinin varlığı da yukarıdaki paradigmanın söylemlerindendir.

Devamı Gelececek Hafta,