Serenad Romanı Hakkında

Bu dünyada sana kötülük yapmak isteyen insanlar çıkacak karşına, ama unutma ki iyilik yapmak isteyenler de çıkacak. Kimi insanın yüreği karanlık, kimi insanınki aydınlıktır. Geceyle gündüz gibi! Dünyanın kötülerle dolu olduğunu düşünüp küsme, herkesin iyi olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğrama! Kendini koru kızım, insanlara karşı kendini koru! Zülfü Livaneli, Serenad, s. 104

“Ama benim aklım Süleyman’ın gençlik arkadaşını boğdurmasına takıldı. Niye yaptı acaba bunu?”

“Normal bir nedenden dolayı: İktidar olduğu için.”

“Her iktidar adam öldürür mü?”

“Evet iktidar zulüm demektir. Hele denetlenemeyen iktidar.”

“Peki iyi insanlar iktidara gelirse?”

“Öyle şey olmaz!”

“Neden?”

“Acı bir gülümsemeyle açıkladı:”

“İyi insanlar iktidara gelemez, gelse bile iktidar onu bozar, zalim yapar.” Zülfü Livaneli, Serenad, s. 231

“Auerbach onu kesinlikle dönemin diktatörlerinden ayırır: Nükteli, zeki ve neşeli bir insan olarak tasvir eder ama Walter Benjamin’e yazdığı mektuplarda genç Cumhuriyet’in İslam dininden ve eski kültürden kurtulma, yazıyı ve dili değiştirme acelesinden hoşlanmadığını belirtir. Mektuplarında “başkalarının tuzlu ekmeği”nden söz eder. Bu, üzerine kitap yazdığı Dante’nin İlahi Komedya’sındaki Cennet 17. Kanto’dan alıntıdır: “Başkalarının ekmeğinin ne kadar tuzlu, başkalarının merdivenlerinden çıkmanın ne kadar zor olduğunu göreceksin.”

“Tuzlu ekmek mi?”

“Evet, Yeşua peygamberin Babil’e sürgünü sırasında halkıyla birlikte yediği tuzlu ekmeğe gönderme yapıyor, böylece kendi sürgün hayatını anlatıyor. Sadece bu örnek bile Auerbach’ın Eski Ahit’ten Dante’ye, oradan İstanbul sürgününe uzanan derin dünya kavrayışını ortaya koyuyor değil mi?” Zülfü Livaneli, Serenad, s. 241 (Yeşua: İsa, Yuşa)

Çocukluğumuzda bize bu disiplini örnek gösterirlerdi hep. Hatta yağmur yağarken bile çimleri sulama işini aksatmayan görevli gibi, gerçekdışı ve abartılı örnekler konuşulurdu. Babam sık sık, disiplinli yaşamanın özgürlüğü azaltan değil, çoğaltan bir şey olduğunu söylerdi. Disiplinin hayatı düzenleyen, serbest zamanı artıran, başkalarına engel olmadan serbestçe yaşamanın yolunu açan bir şey olduğunu anlatırdı. Zülfü Livaneli, Serenad, s. 412

Adil olanın peşinden gidilmesi doğrudur, en güçlünün peşinden gidilmesi ise kaçınılmazdır. Gücü olmayan adalet acizdir; adaleti olmayan güç ise zalim. Gücü olmayan adalete mutlaka karşı çıkan olur, çünkü kötü insanlar her zaman vardır. Adalet olmayan güç ise töhmet altında kalır. Demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gere; bunu yapabilmek için de adil olanın güçlü, güçlü olanın ise adil olması gerekir.

Adalet tartışmaya açıktır. Güç ise ilk bakışta tartışılmaz biçimde anlaşılır. Bu nedenle gücü adalete veremedik. Çünkü güç adalete karşı çıkıp kendisinin adil olduğunu söylemişti. Haklı olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık. Zülfü Livaneli, Serenad, s. 416 (Eric Auerbach’tan alıntı)

“Anne” dedim. “Sen iyimser ile kötümserin hikayesini biliyor musun?”

“Hayır” dedi.

“Kötümser işler daha kötü olamaz diye feryat ederken, iyimser, ‘Olabilir, daha kötü de olabilir’ dermiş.” Zülfü Livaneli, Serenad, s. 430

Köşe yazılarını merak eder okurdum, fakat Zülfü Livaneli‘nin  daha önce hiç bir kitabını okumadım. Livaneli‘nin kitaplarını okumamamın nedenleri: Melankolik, aşk ve romantik konulu romanları sevmem. Asıl neden ise yazarın siyasi görüşleri ve inançlarının romanlarına, yazılarını ve söylemlerine yansıması. Siyasi görüşlerine katılmıyorum. Ayrıca ben düşünceleri açıkça veren didaktik özellikli, kişilerin çok iyi veya kötü olduğu (çok belli olmasa da) gerçekçilikten uzak romanları da sevmiyorum. Tarihi gerçekliğe uygun bir roman olsa bile tarihi romanların bakış açısına göre yanlış anlatma ve anlaşılma riski var. Dolayısıyla tamamen kurgusal romanlar daha hoşuma gidiyor. Türkçesini ben beğenmedim. Ancak birçok dile çevrilmesi, İstanbul’u ve Türkiye’yi anlatması nedeniyle değerli buluyorum

“Kitapta maya Duran’ın ağzından ‘Müslüman bir kadının içine yerleşmiş kölelik duygusu’ sebep olmuştur.”  “Eskiden Türkiye böyle değildi. Kızlar başörtüsü takmazdı” diyor. İslamiyet’in kadını köleleştirdiğini iddia ediyor. Özgürlükten dem vururken kadınların baş örtüsü takmasını eleştiriyor. Mesela olayı ”Ermenilerin tehcir edildiğini, yolda çeteler tarafından soyulduklarını, öldürüldüklerini, kadınların memelerinin kesildiğini, kızların ırzına geçildiğini, kollarının kesildiğini” diye anlatıyor.  Kendisi Ermeni soykırımı yalanını Türkiye’nin kabul etmesini isteyen birisidir. Ermenileri Rus ve Fransızlarla Türklere karşı savaştığını ve katliamlar gerçekleştirdiğinden bahsetmiyor. Kitapta ”Türk erkekleri ezik, travmatik, saldırgan diyerek Türk erkeklerini de unutmuyor.

Roman sanat açısından güzel. Birden fazla kişilerin hayatlarını güzel ve sade bir akıcılık ile kendini okutuyor. Maya, Profesör, Nadia, Ayşe ve Mari’nin hikayelerini kurgusal olarak çok iyi birleştirmiş. Kitap bizi olayların içine çekiyor, bizzat olayları yaşıyor hissine kapılıyorsunuz. Duygu olarak dalgalı bir kitap olmasına rağmen Livaneli’nin kurgu ile gerçeği bu kadar iyi oturtmuş. Ayrıca birçok kaynaktan da yararlanarak yine entelektüelliğini ortaya koymuş.

Maya Duran ve İstanbul’a gelen Maxmillian Wagner üzerinden Yahudi soykırımı, Struma gemisinin faciası, Almanya’dan Türkiye’ye hicret eden Yahudi profesörlerin hikayesini anlatmış.

Romanda Türk aydının apolojik bakış açısı, “Aslında biz farklıyız, Cumhuriyet’le biz değiştik” argümanı kendini belli ediyor. Alt metinde bir taraftan eski “kötü” tarihi mirası kabul ederken, diğer tarafta “Biz artık Osmanlı değiliz, modernleştik” diyor. Ancak Osmanlı’nın kozmopolit yapısına da nostalji var.

Devletlerin acımasızlığı, insanların etnik kökeni ne olursa olsun (Kırım Türklerinin Mavi Alayı, Ermeni tehciri, Yahudi soykırımı) ölümüne neden olması veya seyirci kalması, özelde Struma faciası işlenmiş.  Yazar bu konuda oldukça araştırma yapmış ve epeyi fazla tarihi bilgi verilmiş. Fakat bu bilgiler tarihi yazarın bakış açısı ile o günün olaylarını bugüne getirerek yani anakronik bakış açısı ile işlenmiş.

Dul, entelektüel, yaşam amacını yitirmiş Maya Duran ve oğlunun Amerika’dan gelen profesörle hayatlarını kesişmesi sonrası yaşam amacını yeniden kazanıyor. Alman Katolik Max Wagner’in Struma faciasında ölen Yahudi eşi Nadia’ olan 50 yıllık ölümsüz aşkı, onun hatırasını anmak için İstanbul’a gelişi, bu sırada gelişen olaylar konu edilmiş.

Struma faciası ile ilgili anlayamadığım fazlaca mesele var.  Birincisi Almanya’nın kontrolünde olan Romanya’dan Yahudilerin göçüne neden izin verildi? Türkiye hükümeti onları karada bir karantina alanında bir süre tutup İngiltere veya Amerika’ya neden göndermedi? Madem İngilizler madem Arapların tepkisinden (?) korkup Filistin’e gitmesini istemediler, neden bir gemiyle mesela Mısır’a Kıbrıs’a, İngiltere veya Amerika’ya götürmediler? Ruslar gerçekten geminin kim olduğunu bilemedikleri için mi batırdı?

Benim yorumum Romanya rüşvetle gemiye izin vermiş ya da Almanlar gemiyi Türkiye’nin kucağına atıp Türkiye kabul ederse siyasi kriz çıkarıp Türkiye’yi Almanların safına katmak veya işgal için bahane üretmek istemiş olabilir. Türkiye ise amiyane tabirle, “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” diyerek İngilizlerin kurtarmasını beklemiş olabilir. İngilizler de Türkiye’yi uluslararası toplumda zor durumda bırakıp, Almanya ile arasını bozulmasını ve İngilizlerin yanında savaşa katılmasını arzulamış olabilir. Neticede bir gemi dolusu masum insan arada kalıp katledilmiş. Rusların önce dövüp sonra nasılsın dediklerini bildiğimiz için yanlışlıkla batırmaları da ihtimal dahilindedir. Ancak onlarda Türkiye’yi zor durumda bırakmak istemiş olabilirler. Nasıl olsa kimin batırdığı bilinmiyordu ve Türkiye suçlanıyordu.