Güzel şeylere sahip olduğunda, nedense sevinmesini yeterince beceremiyor insanoğlu. Fakat bu imkânlar elinden çıktığında kıymeti anlaşılıyor. O zaman da fırsatları kaçırıyoruz, “ah, of” çekiyoruz. Yeterince değer veremediğimiz için de kendimize sitem ediyor, hüzünleniyoruz elimizde olmadan. Acaba mutlu olabilmeye mi temayüllü değiliz? Neden her fırsatta acıları, kederleri yaşamayı yeğleriz? Bu yüzden mi türkülerimiz, şarkılarımız, ağıtlarımız, hatta ninnilerimiz hep keder kokmakta.
İşte şu anda yaşadığımız mübarek Ramazan ayı da bunlardan biri. Günlerdir tattığımız huzurun ve mutluluğun, bitmeyecek sandığımız eşsiz paylaşımların, davetlerin, aramaların, gönülden perçinleşmenin, hatır sormaların, tatlı tebessümlerin sonu mu geldi acaba? Ramazanla beraber bunlar da mı bize veda edecek? Umudum ve temennim, bu hasletlerin bizlerde kalıcı olması yolunda elbette ki.
Güzel anlar hızlı yaşanır, çabuk bitermiş. O yüzden her güzel zamanın, “rüya gibi geldi geçti” duygusu zihinlerimizde yer etmiştir. İnsan sevdiği ölçüde de ayrılık acısını tadarmış. İşte veda vakti geldi. Dillerde, “elveda ya şehri ramazan” sözleri terennüm etmekte. Gönülleri hüzün kapladı yine. “Alışılan uhrevi havanın, paylaşmanın, hatırlamaların, gönül almanın, sabrın, metanetin vefanın, heyecanlı buluşmaların, sürpriz sevinmelerin, hediyeleşmelerin” vb. iyiliklerin yaşantımızdan çıkması korkusu yüreğimizi burkmakta doğrusu.
Vefalı, candan, kıymetli, özlenen ve özleten bir dostu uğurlamanın kederi var içimizde. Kimimiz güzel şeyler yaptıklarıyla teselli bulurken, bazılarımız fazlasını yapamadığının “keşke” siyle bir nebze buruk. Bir de geçen yıl birlikte olduklarımızın aramızda olmayışının derin kederi var bazılarımızda. “Hayat hayal, bir varmış bir yokmuş” misali. O yüzden “vefasız dünya” kavramı zihinlerimize yerleşmemiş mi?
Ramazanı Şerifin tekrar gelecek olması, “umut çiçeklerimiz”e can suyu bir nebze. Özlemlerimize, “teselli” rahatlığı sunmakta. Ne var ki o gün geldiğinde, ulu çınarlardan çok değerli yaprakların döküleceği, taze misk kokulu gonca güllerin solacağı, kimi tatlı canların, “genç ihtiyar” demeden bu “vefasız dünyadan” ayrılacağı, “istemesek de” acı bir gerçek.
Can dostumuz Ramazan-ı Şerif gelmeden önce, kavuşma telaşı içimizi kaplamıştı. Fakat az da olsa, kimimiz; “acaba sabredebilecek miyim?” endişesine kapılmıştık. Fakat hiç de öyle olmadı. Vefalı bir yar gibi tatlı bir huzur getirdi. Sabır sundu, hoşgörü bahşetti. Munis, sıcacık, sevecen, samimi bir üslupla bizlere tebessüm etti. Güven ve huzur dağıttı. Minicik yavrularımız bile bu tatlı sabra imrendi. Kaldırmasak da sahurlara davetsiz misafir oldu. Orucun huzurunu birkaç saatliğine de olsa denedi, azmetti, yaşayarak hissetti.
İşte bu yüzden candan bir arkadaş, hakiki bir dost gibi sardı sarmaladı her birimizi. Hoşgörü ve paylaşmayı akıttı kalplerimize. Bizi insan kılan değerlerimizi tebessümle takdim ederek, fabrika ayarlarımıza dönmemizi sağladı. Hemencecik alıştık kendisine. Küllenmiş değerli duygularımızı bir hamlede ateşledik. İkramlarını sevinçle paylaştık. Zor sandığımız “sabretme, affetme, paylaşma” vb. hasletler mizacımız oldu. Yüreğimiz yumuşadı, duygularımız merhamete geldi.
İnsan olma yolunda daha bir istekli olduk. Hatırladık, hatırlandık, sevindik, sevindirdik. Küçücük sevinçlerden kocaman mutluluklar ürettik. Doya doya birlikte paylaştık. Hayatımız anlam kazandı. Tesadüfen yaşamak yerine, kutlu bir hedefi olmanın hazzını yaşadık. Meğerse mutluluk, ulaşılması imkânsız, Kaf dağının arkasında gizli bir servet değilmiş. Devasa zenginliklere, imkânlara sahip olmaya da bağlı değilmiş. Uzaklarda, parada, varlıkta, yüksek mevkilerde aradığımız bu servet, aslında yanı başımızda, kendi içimizdeymiş. Bir avuç paylaşımda, ufacık bir gönül almada, tatlı bir tebessümde gizliymiş.
Ramazan-ı Şerif o kadar güzel hediyeler getirdi ki bizlere. Onlara kavuştuğumuzda, sahip olduğumuz halde zamanla unuttuğumuz; “parıldayan pırlantalar, aydınlık yollar, huzura açılan pencereler, eşsiz lezzetler, özlenen mutluluklar olduğunu gördük. Bunların hepsi “insan olmamızın, huzur bulmamızın” mihenk taşlarıydı. Olmadığında eksik kalan parçalarımızdı. Onlarsız “tam, bütün, biz” olamayacağımızı bir kez daha hatırladık.
Bunlar; sevgiydi, saygıydı, değer vermeydi, ötelememekti. Gelmeyene gitmek, sormayanı aramaktı. İyilikti, hoşgörüydü, sabırdı, sebattı, paylaşmaydı, affetmekti, komşuluktu, akraba, eş dost hatırıydı. Yardımlaşmaydı, nadide temennilerdi, duaydı, tebessümdü, hatırlamaydı. Yani masrafsız ve pahalı olmayan her güzellikti bunlar.
Bizi “biz” yapan aile ve toplum iksirimizdi açıkçası. Bunların her biri, bizlere kılavuz oldu. Onlarla, ailemizin, akrabalarımızın, komşularımızın, sevdiklerimizin, öksüz ve gariplerin, unutulanların yüreğine dokunma imkânı bulduk. Böylece insanlığımızı hatırladık, kendimize geldik. San ki dünyamız değişti. Sıkıcı, tekdüze, tatsız tuzsuz geçen günlerimize tatlı bir heyecan, koşuşturmalı bir huzur yayıldı.
Her anımız daha bir anlamlı ve değerli geçmeye başlamıştı. İnsanlar daha iyi, çevremiz daha temiz ve yeşil, esen rüzgârlar tatlı bir meltem, yağan yağmurlar ıslatan bir mutluluktu adeta. Yaşamak daha da güzeldi bu kez. Unuttuklarımızı hatırlamış, komşularımızla, akrabalarımızla, yoksul ve öksüzlerle soframızı paylaşmaya başlamıştık.
Söylemlerimiz pozitif, sabrımız daha fazla, hoşgörümüz candan, tebessümümüz daha bir güzeldi. Yüreğimizde küllenen değerli hazineler ortaya çıkmaya başlamıştı teker teker. Kalbimiz daha yumuşak ve şefkatli atıyor, gözlerimiz daha merhametli ve anlamlı bakıyordu. Bu kez gönül gözüyle bakıyorduk etrafımıza. O yüzden es geçtiğimiz, ya da göremediğimiz; garipleri, fakirleri, öksüzleri, hastaları, akrabaları, dostları, komşuları fark etmeye başlamıştık. Ne anlamlı bir duyguydu bu. Artık “biz” olmuştuk “can” olmuştuk farkına varmadan.
Öfke ve kızgınlıkların, sabırsızlığın, bencilliğin fay hattı oluşturduğu yüz çizgilerimiz kaybolmuş, anlımız ve kalbimiz daha bir berrak ve daha bir parlaktı adeta. Teravilere koşuyor, kandillerde tebrikleşiyor, gariplerle iftarlarda buluşuyor, unuttuklarımız arıyor, yardım kolileri hazırlayarak, paylaşmanın tadını yaşıyorduk. Söylemlerimiz sarmalayıcı, bakışlarımız ısıtıcıydı artık.
İçimizdeki karamsarlıklar, küskünlük ve kırılganlıklar, kıskançlıklar, kibirler uçup gitmişti bir anda. Zihnimizi meşgul eden gereksiz duygu ve düşünceleri temizlemenin bir tatlı huzurunu yaşıyorduk. İçimizdeki “ben” duygusu kaybolmuş, “biz” olmuştuk adeta. Bencilce oluşturduğumuz hayalimizdeki “sırça saray” lardan çıkarak, var olduklarından haberimizin bile olmadığı yoksul komşumuzun, akrabamızın insanlık lügatinde tanımı yapılan gönüllerdeki gerçek mekânlarına gitme fırsatı bulmuştuk.
İşte, bilimin tanımını yaptığı “aile”, millet” ve “insan” olmak buydu belki de. Bunu kendimiz başarmıştık. İsteyerek, idrak ederek ve sevinerek. Üstelik masrafsız ve zahmetsiz bir şekilde. Bütün bunlar bir değerli dost olan canım Ramazan sayesindeydi.
Seni çok sevmiştik, sultanlar sultanı. Koşulsuz, beklentisiz, sınırsız ve içten. Sana doyamadık bir türlü. O yüzden hep özleyeceğiz, gelmeni ve getireceklerini. Bizlere hediye ettiğin nadide güzellikler hep aklımızda ve gönüllerimizde. Umarım bunları küllendirmeden, en iyi şekilde birlikte yaşarız sen gelene kadar. Bunu başaracağımızdan eminim.
“Elveda…” demeye dilimiz varmıyor, zira dönmeyenler içindir vedalaşmak. Biliyoruz ki yine geleceksin. Lakin bir nebze üzgünüz…
Umarım sevenlerin yine sana kavuşur… Güle güle git Ya Şehri Ramazan, güle güle…
Sevgiyle kalın…