Sabah erken kalktım, hiç tadım yok, zihnim bulanık… Kahvaltımı yaptıktan sonra dışarı çıktım, bir soluk alayım, temiz hava çekeyim ciğerime belki iyi gelir dedim kendi kendime. Hiçbir şey yapmasanız da şehir, gündelik hayatın hayhuyu yeteri kadar yoruyor ve bunaltıyor insanı… Alıp başımı şöyle sakin bir yere, deniz kenarına gideyim diye geçirdim içimden. Derken yine dertlerimi, ıstıraplarımı ve geçen günlerden kalan bezginliklerimi sırtlayıp yola koyuldum. Bir göz açıp kapayıncaya kadar Caddebostan’da deniz kenarında buldum kendimi.
İnanılmaz bir rüyada değildim; gerçeğin, hayatın tam ortasında, pırıl pırıl bir gökyüzünün altındaydım. İyi, kötü, güzel, çirkin bütün varlıklara ayırım yapmadan ışınlarını ve sıcaklığını gönderen güneş, ufuktan bütün ihtişamıyla Caddebostan sahillerine teşrif ediyordu. Ben güneşin bu yönelişini şahsıma karşı iltimâsi bir yakınlaşma olarak değerlendirirken, şebnemlerle yüzünü yıkamış çimen ve yeşil giymiş ağaçlar sofralarında ağırlamak istiyordu güneşi. Az ötede deniz yüreğinin kapılarını açmış güneşi bekliyordu, dalgalar şaha kalmış ona koşuyordu. Böyle bir manzara ortasında fani varlığınız irtifa kaydediyordu.
Neden sonra fark ettim ki tabiatın ve denizin büyüsüne kapılmış başkaları da var. İleride belli belirsiz uçuşan sayısız martı deniz ufkunda kâh yükseliyor, kâh alçalıyor. İçlerinden bazısı sanki denizin dibine inmek istercesine ansızın pike yapıp denize dalıyor ve belki de göremediğim bir ganimetle bir müddet sonra yukarı çıkıyordu. Ben bu manzarayı seyre dalmışken, yürüyüş yolunun sağ tarafında üç-beş ağacın görüntüyü engellediği çimenli alandan çocuk sesleri duydum. Merakıma mani olamayıp bakışlarımı o tarafa çevirdim ve irade dışı o tarafa yöneldim. Çok geçmeden bir annenin üç kızıyla çimenler üstünde koşuşturduğunu gördüm. İçimden, belki de dedim, bir annenin en mutlu anı çocuklarıyla koşup eğlendiği neşeli andır.
Ben bunları düşünerek ilerlerken anne ve yaşları küçük üç kızının ağaçlara yakın bir yerde toplanıp ve hareketsiz bir şekilde pür dikkat, tam seçemediğim bir şeylerle ilgilendiklerini fark ettim. Tabiatı da denizi de dertlerimi de unuttum, zihnim tamamen bu görüntüyle meşguldü. Adeta bir muammayı çözmek istiyordum, ama bu mutlu anne ve kızları da rahatsız etmekten endişe ediyordum.
Yürüdüm, onlarla hiç ilgilenmiyor görünerek epeyce yaklaştım... Ve sonunda bu annenin üç kızıyla neden orada toplaştığını anladım. Yürüme yolunun solundaki yeşil alanla deniz dolgusu için kullanılan büyük kayalıklar arasında bir yerde, henüz doğum macerasının etkilerini atamamış zayıf bir köpek, üç munis yavrusuyla birlikte içinde bulundukları bu durumdan pek etkilenmiş görünen anne ve kızlarından yardım beklemekteydiler. Kız çocuklar bu manzaradan çok etkilenmiş bir halde bir şeyler yapmak için çırpınırken anneleri büyülenmiş gibi bakışlarını bu anne köpekten ve yavrularından alamıyordu. Annelik bir mukadderat gibi onu teslim almıştı.
Birbirleriyle sesli konuşmuyorlardı ama bakışlarıyla çok şey anlatıyorlardı. “Gözler kalbin aynasıdır” derler ya. Bu şefkat dolu anneler birbirlerini çok iyi anlıyorlardı. “Anlamak sevmektir.” Anladıkça sevgileri de artıyordu.
Gözlerimi bu muhteşem manzaradan alamadım ve uzun süre dalıp gittim. Düşündüm: Bu anneler birbirlerine güveniyor ve bu güvenlerini hissettiriyorlar. Kendilerinin benzerlikleri çok. Yeterli güce sahipler, büyük işler yapmışlar, ikisi de üç can dünyaya getirmişlerdi. Kendilerinin, çocuklarının, yavrularının ve kendilerinin dışında daha pek çok canlının bakımını üstlenecek güce sahip bir kahraman gibi görünüyorlardı.
Ben de bu güzel bakışları anlamaya çalışırken gözlerimim yaşlandığını ve gözümden iki damla yaşın çimenler üzerine düştüğünü fark ettim. O anda içimden dünyadaki bütün canlıları kucaklamak geldi. Sanki evrenle bütünleşmiş bir olmuştum
Tarifsiz duygularla oradan ayrıldım… Dertlerimi unutmak için gittiğim Caddebostan sahilinde hayattan yeni dersler aldım ve tekrar kendi iç derinliğime dönüverdim. Anladım ki hayatta her ân, keşfedilmeyi bekleyen sonsuz sırlarla doludur.