Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Gazeteci - Yazar

Dersteki Ders; Deprem

Türkiye’deki 10 ilimizde gerçekleyen ve dünyanın en zor zelzelelerden biri olan depremde daha beşinci günde 18.342 canımız gitti. Acımız büyük. Yüreğimiz yanıyor yıkılan binaları ve depremde perişan olan insanlarımızın çığlığını duyunca. Kurtarma çalışmaları yapan resmi veya gönüllü insanlarımız hiç uyumadan bir kahramanlık sergiliyor. Fikir emekçilerimiz de öyle. Bundan siyasi dersten evvel, deprem öncesi yapılması gerekenler konusunda aşırıyla fazla bir ibret dersi çıkarmak gerekiyor. Çünkü bu ne ilk idi ve ne de son olacak.

GAZETECİLER DE DEPREMLERDE GÖREV YAPAR

İstanbul’da gazetecilik eğitimi aldığım yıllardı (1967). Profesyonel olarak basının merkezi olan Cağaloğlu’nda Babıali’de Sabah Gazetesi’nde çalışıyordum. Adapazarı’nda İstanbul’da da hissedilen bir deprem olmuştu. Yazı işleri Müdürümüz Avni Ateş Foto Muhabiri Murat Çetin ile birlikte bizi görevlendirmişti. Daha yolda iken bile artçı depremlerden asfalt yolun yarıldığını yaşadım (22 Temmuz 1967). Yolda bile sarsılmıştık. Adapazarı’na vardığımızda bütün insanlar sokaktaydı. Ağlayanlar ve inleyenlerin sesi yüreğimizi parçalıyordu. Yıkılmış binalar arasında Orduevi de vardı. Kurtarma çalışmaları bir yandan devam ederken, bir yandan da depremzedelerden yaralı olanlar hastaneye taşınıyordu. Çöken binaların altında dün olduğu gibi o gün de anneler, babalar, çocuklar, yaşlılar, gençler yani insanlarımız vardı. Haberi yazdım ve Murat Çetin’in çektiği resimlerle birlikte gazeteme gönderdim. Sağlık Bakanı Vedat Ali Özkan ile de bir röportaj yaptım. 24 Temmuz 1967’de ilk imzalı manşetimde “İlk gün 82 ölü, 289 yaralı tespit edildi” deniyordu. O gün hem korkmuş hem de görevimi yapmanın heyecanını yaşamıştım. Resmî açıklamalar da yaraları saracağız biçimindeydi.

Meslek hayatımdaki ikinci deprem ise 1999 Marmara depremi olmuştu. Ankara’da TRT Haber Dairesinde çalışıyordum. Deprem bizi sabaha karşı Çayyolu’ndeki evimizde yakaladı. Bütün apartman bahçeye indik. Elektrikler kesik, telefonlar çalışmıyordu. Hemen giyinerek, arabama atlayıp Oran’daki TRT Haber Merkezine gittim. Benim gibi çok sayıda arkadaşım haberi duyar duymaz gelmişti. Ekiplerimizi görevlendirdik. Hemen yola çıktılar. Artçı depremler Ankara’dan da hissediliyordu. Her bültende bugünkü gibi ölü ve yaralı sayısı her saat değişiyordu. Sonuçta 17.480 vatandaşımız hayatını kaybetti, 23.781 kişi de yaralanmıştı. Depremlerden hatırlıyorum ki; doğal felaketlerde görev yapmak gerçekten bir fedakârlık ve meslek kahramanlığıdır. Burada da resmî açıklamalar genelde “yaraları saracağız” biçimindeydi.

DURUM BÖYLE İKEN; SORGULAMAK

Aradan onca yıl geçmesine rağmen resmi açıklamalar birbirine çok benziyordu.

Bingöl Depremi 2003 yılında olduğunda Akp iktidara gelmiş ve Recep Tayyip Erdoğan şöyle demişti “Yer altında fay kırıklarından önce bağışlayın söylemek zorundayım kırılan ar damarlarıdır. Malzemeden çalmanın arkasında ahlak hırsızlığı, demokrasiden çalmak, hukuk kapkaççılığı, siyaset yankesiciliği ve kamu yönetimi kalpazanlığı yatmaktadır. Bu olay, kamu otoritesinin devlet imkanlarını nasıl kullandığını bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Olay kader diye geçiştirilemez” demiş ve bunu TRT’den duyurmuştuk.

Daha sonra Sivil Savunma Genel Müdürlüğü ve il-ilçe teşkilatları kaldırılarak yerine Afet ve Acil Durum Yönetimi-AFAD(2009) kuruldu. 05 Şubat 2023 günü 7,7 ve 7,6 şiddetinde iki defa gerçekleşen Pazarcık merkezli depremde de AFAD adına bilgilendirmeleri Riski Azaltma Genel Müdürü yaptı, yapıyor (8 Şubat 2023). Elâzığ, Simav ve Van depremlerinde görevini yerine getirdi. Ancak son depremde eksiklikler, yetersizlikler, hazırlıksızlık, planlamasızlık, yardımın nerede kaldığı, gecikmeler, organizasyon bozuklukları pek konu edilmedi. Çünkü mazeretler hizmetleri aksatmaz ve aksatmamalı. Dolayısıyla yetkililer yapmadıkları kadar, yeterli düzeyde gerçekleştiremediklerinden ve ihmal ettiklerinden de mesuldür. Nerede eksik ettiğimize bakıp sorgulamalar yapmak zorundayız. Dünya depremden 12 saat sonra enkazların önemli kısmını kaldırabilirken, bizde üçüncü günde bile sorun yaşanabiliyor. Doğrusu sorgulama bir aydın sorumluluğu, bir memleketseverlik örneğidir.15 milyon depremzede geceyi dondurucu soğukta geçiriyor, binlercesi en kaz altında kalıyorsa demek ki bir sorun var. Sorgulanması gerek. Depremde ilk 24 saat en önemli zaman dilimidir. Üstelik Türkiye ve özellikle en büyük felaketlerden olan Erzincan depreminden (1939) bu yana konusunda çok tecrübe ve deneyim sahibi bir ülkedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan TRT Haber Bültenlerinde yayınladığımız 7 Mayıs 2014 günü de  “Takdir-i ilahi karşısındaki acziyetimizi biliyoruz. Ancak peygamberimizin buyurduğu gibi devemizi baştan sağlam bağlayacağız. Evvela bilimin, tekniğin, teknolojinin sunduğu imkanları sonuna kadar kullanacağız. Japonya’da 8-9 şiddetindeki bir depremde hiç can kaybı olmazken, hiçbir bina yıkılmazken; ülkemizde 6 şiddetindeki bir depremde ciddi can ve mal kaybına yol açabiliyor. Aradaki fark nedir? Fark Japonya’da binaların deprem gerçeğini göz önünde bulundurarak inşa edilmesi, biz de ise durumun dikkate alınmamasıdır!” demişti.

İklim değişikliğinin bile olmadığı yıllarda Türkiye Cumhuriyeti kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk ilk tespiti Erzurum Depremi dolayısıyla (19.09.1924) ziyaret ettiği ilde yapmıştı. Mustafa Kemal şöyle demişti “Felaket başa gelmeden evvel önleyici ve koruyucu tedbirleri düşünmek lazımdır, geldikten sonra dövünmenin yararı yoktur.”

SAVAŞLAR, DEPREMLER, DOĞAL FELAKETLER, YANGINLAR

TRT Haber Merkezindeki görevim sırasında Irak-İran Savaşı başlamıştı. Savaşı izlemek üzere bir TRT ekibi olarak Bağdat’a gitmiştik. Epeyi süre de kaldık. Bağdat’ın en pahalı ve lüks oteli El Reşit’te ağırlandı bütün gazeteciler. Saddam’ın otoriter yönetimi medya mensuplarına ülkesinde savaş olmasına rağmen bunu hiç halka yansıtmadığını vurgulamak için böyle bir davet gerçekleştirmişti. Gazetecilerin bütün istekleri hemen hemen yerine getirildi. Cepheye, esir kampına gittik. İranlı esirlerle konuştuk, röportaj yaptık. Ben Kerkük’e gitmek istediğimizi belirttim. Ancak bölgenin güvenilir olmadığı gerekçesiyle bu talebimiz yerine getirilmedi! Kerkük yerine Süleymaniye’ye götürülebileceğimizi belirttiler. Bunu da biz kabul etmedik. Gerçekten Kerkük’te tapular yakılıyor, Türk soydaşlarımıza zulmediliyor, katlediliyor, kaçırılarak öldürülüyordu. Bunu yerinde görmek istemiştim ama olmadı. Ancak Kuzey Irak’ta çok ciddi bir Kürt sorunu vardı. El Enfal Hareketi diye bir eylem (1986-1988) başlamıştı. Diktatör Saddam Hüseyin bölge Kürdü vatandaşlarının üzerine zehirli gazla harekete geçti; onlarcası, yüzlercesi hayatını kaybederken çok sayıda Kürt de Irak sınırımızı aşarak Türkiye topraklarına girdi. Ülkemiz sınırındaki dağ, tepe, ova her yanımız canlarını kurtarmak için gelen yeni bir mülteci akınına uğramıştı. Bununla alakalı olarak başkanlığını üslendiğim bir TRT haber timi kuruldu ve hemen Hakkâri Çukurca’ya gittik. Bu sınır kasabasına girerken yolda mültecileri taşıyan kamyonlara rastladık. Bir yol başında da bu kamyondakilere pet şişelerde su ve gıda dağıtan bir rahip ve rahibe gördük. Hiç konuşmuyorlar, sadece resmi kıyafetleriyle su ve gıda dağıtımına gerçekleştiriyorlardı. Aklımdan sanırım daha sonra da Diyanet İşlerine bağlı din adamlarımız da bunun daha fevkinde “sığınmacılara yardımda bulunuyorlardır” diye geçirdim. Yanıldığımı anlamam biraz gecikti.

Mültecilerin olduğu Çukurca dağlarına geldiğimizde her taraf Zalim Saddam’ın zulmünden kaçan Kürt sığınmacılarla dolu idi. Çoluk çocuk hepsi buraya gelmişti. On binlerce insanın ibate ve iaşe ihtiyacını Kızılay karşılıyordu. Bize de bir çadır verdiler. Orada yatıp kalkıyoruz. Dağlarda görevimizi yaparken dolaşmak için de çizme ve giysi verdi. Sığınmacıların olduğu yerler ihtiyaçları gidermek için tuvalet olmadığından artık kokuyordu. Çoğu yerde temizlik yeterince olmadığından pislik içindeydi.

 

FELAKET İÇİN AKADEMİ

Bir defasında çadırımızda görev sonrası dinlenirken ziyaretçilerimizin olduğu söylendi. İçeri buyur ettik. Rahip, rahibe ve bir tercüman geldi. Türk konukseverliğinden ve yardımından övgüyle bahsettiler. Kendilerini tanıttılar. İsviçre’den, sığınmacılara yardım etmek için görevli olarak gelmişler. Daha sonra bir ricaları olduğunu belirtti rahip efendi.

-Sizin kameranızı kiralamak istiyoruz. Eğer müsaade ederseniz tabii. Ücreti ne kadar ise bunu verebiliriz.

Şaşırdım. Ne için kameraman istediklerini öğrenmeye çalıştım. Rahip efendi anlattı;

-Biz İsviçre Kızılhaç’ına bağlı bir kuruluşa mensup din adamlarıyız. Dünyanın neresinde olursa olsun tabii ve suni felaketler karşısında bu ülkelere ve insanlarına yardıma koşarız. Burası da böyle oldu.

Sohbetimiz uzayınca, sorularımızla daha detay bilgiler aldık;

-İsviçre’de bir akademimiz mevcut. Çok sayıda da talebesi var. Dünyadaki doğal afetler seller, depremler, yangınlar, taşkınlar, deniz ve nehirlerde yüzme, boğulma ve mülteci hareketleri karşısında insanlık görevimizi yerine getirmek için öğrencilerimizi yetiştirmemiz gerekiyor. Bunun için böylesi yerde 20 kişilik ekiplerle çıkarma yaparız.

-Ekibinizin tümü de Hristiyan din adamı mı?

-Hayır. Bir rahip ve rahibenin dışında kameraman, senaryo, roman veya öykü yazarı, senarist, medya mensubu, doktor, hemşire, psikolog, sosyolog, tarihçi, tekniker, hizmetli, yönetici vs.

-Kameraman ve yazarlar ne yapıyor peki?

-Efendim bu mülteci akınını filme alınır, röportajlar yapılır, öykü veya etkisine göre romanı yazılır. Senaryosu hazırlanarak filme çekilir. Öğrencilerimize bu filmi gösterir, tartışırız. Yazarlarımızın senaryo, roman ve öyküleri okunur, değerlendirilir. Psikologlarımız sığınmacıların, felakete uğrayanların ruh halini inceler, sosyologlarımız toplum içindeki sorumluluğunu anlamaya çalışır. Böylesi hususlar her ülkede aynı değildir. Bunları derslerimizde değerlendiririz. Doğru ve faydalı olanı bulmaya çalışırız. Bu tür olaylar dünyada öyle birkaç günde, ayda olan gelişmeler değildir. İyi tahlil etmek lazım. Bir sonraki felaket için tecrübe sahibi oluruz. Talebelerimizi ayrıca bir hobi sahibi yaparız. Yüzme bunlardan biri. İsviçre’de çok göl vardır. Yüzme bilmeyenlere, boğulmak üzere olanlara yardım edilir.

DÜŞÜNMEK VE DEĞERLENDİRMEK

Ben şaşırdım, artık söylenenleri kafam basmıyordu. Bu adamlar nereden nereye gelmişler, dünyadaki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorlar. Biz nereden nereye gidiyoruz? O günlerde ne Suriye’de iç savaştan kaçanlar, Afganistan ve Pakistan’dan sığınmacılar, mülteciler yoktu. Bugün var.

Kızılhaç’a kamera vermedik, Ankara’dan izin almaları gerektiğini anlattık. Ama ben dersimi almıştım. Peki biz neden böyle sivil veya resmi bir mektepler kurmuyoruz, kuramıyoruz acaba? Böylesi amaçlarla kurulan resmi veya özel oluşumları yeterince işletemiyor, faydalı olamıyoruz? Düşünmeye değmez mi? Türkiye deprem kuşağında, komşularımızda her an beklenmeyen gelişmeler olabilir, ayrıca deprem, sel, yangın gibi felaketler her an kapımızı çalabilir. Daha fazla düşünmek ve kafa yormak durumundayız! Yarın için bu derslerimize daha iyi çalışmak, resmi ve gönüllü sorumluluk bir memleket severlik görevidir. Üstelik onca tecrübe sahibi insan kaynağımız var.