Çin, Mao’nun ölümünden sonra ekonomik alanda radikal bir sistem değişikliğine yöneldi. Ülkenin yönetiminde Marksist-Komünist ilkelere bağlı kalmakla beraber özel teşebbüsün önünü açarak, piyasa ekonomisinin kurallarına uyarak, şirketleşmelere, mülk edinmeye, yabancı sermaye ile ortaklıklara izin vererek, bu girişimleri devlet olarak destekleyerek ihracatı önceleyen kendine özgü melez/hibrit bir ekonomi modeli oluşturdu. Özel sektör kuruluşları işçileri çok ucuza köle gibi çalıştırarak, dışa açılarak hızla büyüdü. Sonuçta Çin, kırk yıldır ortalama yüzde on bazen on beş oranında sürekli büyüyor. Artık ABD ile ekonomik ve finansal alanlarda başa baş rekabet ediyor, beş yıl içerisinde onu geçmenin hesaplarını yapıyor. Halen Pasifik kıyılarındaki kentlerinde 400 milyondan fazla süper zengin tam bir kapitalist hayat yaşıyor. Çin bu güçlü ekonomisine paralel olarak en son teknolojik ve nükleer silahları bulunan bir orduya sahip; askeri gücünü baskı ve tehdit unsuru olarak kullanıyor. Siyasi amaçlarına silahlı kuvvetlerini devreye sokmadan ekonomik ve ticari kanallardan, diplomasi yoluyla ulaşmaya çalışıyor. Bu yöntemle bir hayli başarı sağladı; en önemli küresel aktörlerden biri konumunda geldi. Halen var gücüyle gerçekleştirmeye çalıştığı, Pekin’den Asya ve Avrupa’ya bir örümcek ağı gibi uzanan “Kuşak-Yol” projesini de bitirebilirse sadece ekonomik ve ticari alanda değil siyasal dengeleri de değiştirecek stratejik bir sıçrama yapmış olacak.
Böylesine büyük bir güç devşiren Çin’in en büyük iç sorunu Doğu Türkistan; bu bölgede yaşayan, bu toprakların asli ve tarihi sahipleri olan Türklere boyun eğdiremedi. Üç yüz yıldır kalabalık nüfus faktörünün ürünü büyük askeri gücüyle sömürgeleştirmek istediği, Doğu Türkistan halkının direnişini kıramadı. Burasını çok zengin yeraltı kaynakları ve jeopolitik özelliklerinden dolayı “vazgeçilmez hedef” olarak görüyor.
Doğu Türkistan halkını baskı ve şiddet yoluyla teslim alamayınca on yıldan beri daha farklı bir yöntem uygulamaya başladı. Bugüne kadar dünyada eşi görülmeyen, insanlıkla bağdaşmayan bir asimilasyon, soykırım, “mankurtlaştırma” politikasını yürürlüğe soktu. Uygurların dini inancını, millî ve kültürel kimliğini zihinlerinden ve yaşantılarından silerek, kendi modelini benimsemelerini sağlamak, böylelikle otuz milyondan fazla insanı devşirip Çinlileştirmek amacında. İki milyon civarında Uygur’u toplama kamplarına aldı; buralarda fiziki işkenceleri, psikolojik baskıları, her türlü zorbalığı uyguluyor. Binlerce Uygur çocuğu daha kolay dönüştürmek amacıyla ailelerinden kopararak özel yurtlara yerleştirdi. Binlerce cami kapatıldı. Göstermelik açık tuttuklarında bile belirlediği yaş gruplarına izin veriyor; gidenlerin mimleneceği bilindiğinden zaten pek gidebilen de olmuyor. Bir yandan da milyonlarca Çinliyi bölgeye taşıyarak nüfus yapısını değiştiriyor.
Çin’in her türlü iletişim kanallarını engellemeye çalışmasına rağmen bir milleti en vahşi yöntemlerle yok etmeye yönelik uygulamaları dış dünyada duyuluyor. İnsan haklarına ve evrensel hukuk kurallarına saygılı Batı kamuoyunda ve basınında Pekin hükümetinin hukuk tanımayan tutumu giderek yaygınlaşan tepkilere yol açıyor. Birleşmiş Milletler’de otuz Batılı ülke geçen yıl Çin’in bu tutumunu kınayan bir bildiri yayınladı; Pekin, bir heyetin Doğu Türkistan’a giderek halkla konuşması, toplama kamplarını görmesi amacıyla istediği izne iki yıldır cevap bile vermedi.
Çin, demokratik hukuk devletlerinin, insan hakları kuruluşlarının, Batı basınının bu tepkilerine son derece duyarsız. Buna karşılık büyük ekonomik gücünü seferber ederek yoğun bir dezenformasyon politikası yürütüyor. Gelişmekte olan Asya ve Afrika ülkelerine kredi vererek, borçlandırarak, firmalarının buralara yatırım yapmalarını, iş almalarını sağlayarak kendisine bağımlı hale getiriyor. Ekonomik/ticari bağlantılarını siyasi alanlara da kaydırıyor. Böylelikle emperyal politikalarını silah kullanmadan yürütüyor. Bu ülkelerden kendi seçtiği isimleri, siyasetçileri, din adamlarını, gazetecileri sık sık davet ederek Doğu Türkistan’da kendisinin seçtiği yerleri dolaştırarak, belirlediği kişilerle konuşturarak onları halkın çok mutlu olduğuna, Batı’daki tepkilerin haksız olduğuna inandırabiliyor.
Bunun son örneği geçen hafta yaşandı. Suudi Arabistan, Mısır, BAE, Tunus, Güney Sudan’ın da aralarında olduğu 14 Müslüman ülkeden Müslüman Topluluklar Konseyi üyesi oldukları söylenen otuzdan fazla din adamı ve akademisyen Doğu Türkistan’a götürülüp ağırlandı. MTK’in Başkanı Dr. Ali Rashit Nuami gezinin ardından yaptığı açıklamada Pekin hükümetinin istediği tarzda konuştu. Uygur Türklerini “sokaktaki sivil insanlara, dini liderlere saldırıyorlar; ideolojilerine uymadıkları için Müslümanları öldürüyorlar, hiçbir anayasaya uymuyorlar; kendi hukuklarını oluşturmak istiyorlar” diyerek ağır şekilde suçladı. Suudi Arabistan eski Eğitim Bakanı Dr. Abdullah el-Ubeydi de ondan geri kalmadı: “Çin hükümeti şiddeti, aşırılığı, terörizmi ortan kaldırmak için büyük ve tutarlı çaba sarf ediyor. Ancak hâlâ terörü ve şiddeti kışkırtan aşırı fikirler var”. Mısır Devlet Başkanı’nın danışmanı Dr. Usame Seyid el-Ezheri de benzer tarzda: “Çin’in bu bölgede etnik kültürü korumaya büyük önem verdiğini düşünüyorum” diye konuştu.
Çin’in, Müslüman âlim sıfatını kullanan bu kişileri kaç paraya alıp kullandığını bilmiyoruz. Ancak taşıdıkları kisve ne olursa olsun Müslüman ülkelerin çoğunda maalesef en tepedekilerden alt kademelere kadar parayı, çıkarı putlaştırıp tapan, Kuran’da belirtilen ahlâki esasları, “Ben güzel ahlâkı tamamlamaya geldim” diyen Resulullah’ın örnek hayatını görmezlikten gelen toplumsal bir kriz hüküm sürüyor. Çin parasal imkanlarını kullanarak bu devletleri ve kişileri tam anlamıyla güdüyor. Bu zillet hali hüküm sürdükçe İslâm coğrafyasında, Doğu Türkistan’da, Filistin ve Keşmir’de mazlumların sesi ne kadar hazindir ki duyulmayacak.