İnsanlar yaşadıkları coğrafyanın özelliklerini taşırmış.
Biz, Erzurumlular kar diyarının çocuklarıyız
Kar, kader yazgımızdır. Şairin dediği gibi ”kundağımız kefen bezimizdir” bizim.
Gökten düşen milyarlarca kar taneleri gibi birbirimize benzemeyiz.
Karla beslenir toprağımız, pınarlarımız
Kar gibi yeryüzüne iner, sonra kar gibi eriyip yok olur gideriz bu fani dünyadan.
Kar, beyaz bir örtü gibi kaplar ovamızı, örter çirkinlikleri ve kirlilikleri.
Kar ve soğumuzla tanınır, biliniriz
Kar ve soğukla barışık yaşarız.
Evliya Çelebi’nin “11 ay 29 gün kaldım Erzurumlular hala yaz gelecek diye bekliyorlardı” gibi abartılı tarifine, şairin Erzurum’un kışı zorludur” mısralarına rağmen Erzurum da kış bir hayli rahat ve keyifli geçerdi.
“Yedi dağa bir bağa” hesabı ile beklenen kış kapıyı çalmadan önce evlerde, zorlu bir misafiri karşılar gibi hazırlıklar yapılırdı.
Yazın sıcağında odun ve kömür eve alındı mı, kışa karşı ciddi bir savunma hattı yapılmış olurdu.
Genelde odunlar büyük parçalar halinde alınır, mahalleden geçen odun kırıcılar tarafından kırılır ve kömürlüklere taşınırdı.
Bacaların ve soba borularının temizlenmesi, sobanın elden geçirilip tamir edilmesi ile kışa sanki de meydan okunurdu.
Küplere vurulan çeşit çeşit turşular, üstü kabaralı çiviler ile süslenmiş sandıklara doldurulan erzaklar, tulumlardaki peynirler, tenekelere basılan kavurmalar yani Ketencizade’nin güz destanını hatırlatır cinsinden tedariklerle kış hazırlıkları tamamlanırdı.
Eskiden böyle çakma kışlar yoktu.
Adam boyu kar yağardı, tipi ve boran bacalardaki karları süpürdü mü göz gözü görmez olurdu.
Kar. İlk olarak Palandöken’in yücelerine yağarak geliyorum der, ya 29 ekimde gelir, ya da 10 Kasım da.
Gökten rahmet olarak inen kar, beyaz bir gelinlik gibi şehrin üzerini örttüğü zaman iç dünyamıza döner gibi evlerimize kapanır, sobanın ısıttığı odamızda limana sığınmış bir gemi misali huzur ve güven içerisinde yaşardık.
Yaz ve kış saati uygulamalarını bilmezdik.
TV. evlerimize girmemişti, radyo ise çoğu evde bulunmazdı.
Yine de uzun kış geceleri sohbet, eğlence ve keyif ile geçerdi.
O günlerde, şehrin sosyal hayatı oldukça renkli ve hareketliydi, Kongre caddesi, Tebrizkapı ve Erzincan Çarşısı'ndaki aşık kahvelerinde kış gecelerinde oldukça neşeli aşık atışmaları yapılırdı, Aşık Reyhani rüzgarının estiği o günlerde bu kahvehanelerde yer bulmak bir hayli zor olurdu.
Meddahlık geleneğinin en büyük ustalarından Behçet Mahir eminin sohbet ettiği kıraathanelerde ise insanlar Brezilya dizisi izler gibi Behçet eminin anlattığı hekatları (Hikâye) dinler ertesi gün hikayenin kalan kısmını kaçırmamak için kıraathaneyi doldururdular.
Erzurum da meddahlık geleneğinin çok uzun yıllar öncesine dayandığını şehrimizden gelip geçen ünlü seyyahlar yazılarında ifade etmektedirler.
İşte bu geleneğin en son ustalarından biri şüphesiz Behçet Mahir’di.
12 Mart 1918 yılında Erzurum da doğan Behçet Emi, Gürcükapı Cami altında ve Dabakhane Çesmesi yanındaki kahvehanelerde meddahlık yapardı.
Behçet Emi uzun kış gecelerinde Köroğlu, Emrah ile Selvi, Hatemi Teyi, Ebali Sinan, Ebil Haris hikayelerini anlatır “bunları dinlemeyen bir adam bu dünyada yaşadığını sanmasın” diye not düşmeyi unutmazdı.
Behçet Emi “bir meddah geçmişi dile getirmezse meddah olamaz; herkes aşık olur. Leyla Mecnun’a bir vasıta olmuştur. Sende bir Leyla, bende bir Leyla vardır. Leyla bir sebeptir” der, kendinden önce Tuylu Derviş ve Tuylu Fazil isimli meddahları işittiğini söylerdi.
Erzurum da ismi bilinen meddahlardan biri de belediyede marangoz olarak çalışan Kemali mahlas ismi ile bilinen Nalbant İshak Ustadır.
Nalbant İshak Usta hikâye anlatırken Ümmani isminde bir aşığın saz ile ona eşlik ettiği söylenirdi.
Erzurum da varlıklı ailelerin şehirdeki musiki ile iştigal edenleri bir araya getirip meşk ettiklerini büyüklerimizden işitirdik.
Rahmetli Faruk Kaleli’nin katıldığı bu özel gecelerde Erzurum türkülerinin insanı mest eden ezgileri okunur ve güzel sohbetlerle gece taçlandırılırmış.
Meşhur, ”Huma kuşu “ türküsünün derleyicisi Hulusi Seven bu meşk gecelerinde Faruk Kaleli tarafından keşif edilmiş ve Erzurum kültürüne kazandırılmıştır.
Beyaz perdenin rağbette olduğu o günlerde hali vakti yerinde olanların cumartesi günleri akşam ailece sinemaya gitmeleri kış gecelerinin vazgeçilmezleri arasındaydı.
Hemşin Pastanesi ve Karasu kütüphanesi gibi fikir çilesi çekenlerin uğradığı yerlerde ise uzun kış geceleri, derin sohbetlerle değerlendirilirdi.
Ulaşımın fayton ve zankalarla yapıldığı o günlerde yatsı namazından sonra cadde ve sokaklarda kimsecikler olmaz, yağan kar altında patlatılmış mısır satan satıcının “godi da beşe” bağırtısı sessizliği bozardı.
Evlerimiz kalabalık olurdu, yani büyük küçük bir arada hayatı göğüslerdik.
Omuz omuza, sırt sırta vermiş olan evlerimizde yıkılmaz dostluklarımız ve komşuluklarımız vardı.
Kış akşamlarında misafir ağırlamakla dostluklar artırılırdı.
Zaman; çekilen tel helvaların lezzetiyle veya içilen çayların keyfiyle kaybolur giderdi.
Muhafazalı evlerimizde toplanma yerimiz sobanın yandığı odaydı.
Sıcak dostluklarımız, sıcak ilişkilerimiz sobanın sıcağıyla birleşince kimsenin aklına ne tipi gelirdi, ne de soğuk.
Odanın bir köşesinde hanımlar, diğer bir köşesinde erkekler bir başka köşede ise çocuklar bir arada otururlar, sanki de” biz heybelide her gece mehtaba çıkardık, sandallarımız neşe dolar, zevke dalardık” şarkısını söylerlerdi.
Evlerimizde bulunan kuzine sobalar çok fonksiyonluydular.
Sobanın üzerinde mutlak musluklu bir kazan bulunurdu ve evin sıcak suyu bu kazandan sağlanırdı.
Çay’ın Erzurum da özel bir yeri olduğundan, sobanın üzerinde çaydanlık hiç eksik olmazdı.
Erzurumlular çok çay içmemizle de meşhuruzdur, bu yüzden dolayı çok çay içilmesi ile ilgili “çay ne say ne” tabirini kullanırız.
Kışın insanın içini ısıtması, sohbetlerin ve muhabbetlerin sıcaklığını artırması çayın tercih sebepleri arasındadır.
İhsan Coşkun Atılhan’ın “Otuz içtim, şimdi ancak kanmışam” mısraları çay alışkanlığımızı çok güzel özetlemektedir.
Erzurumlular çayı sıcak içeriz ve fazla demli çayı tercih etmeyiz her ne kadar” limon çayın namusunu lekeler” deseler de limonlu çaydan vazgeçmeyiz.
İnce belli bardaklarda çay tam dolu olmalıdır, genelde vapurlarda verilen ve dudak payı denilen boşluktan hiç hoşlanmayız.
Fazla çay içtiğimizden dolayı şeker tüketimini azaltmak için kıtlama şeker formülünü bulmuş yegâne şehiriz.
Eskiden Rusya’dan gelen şekerler büyük kalıplar halinde ve oldukça sert olurlarmış.
İşte bu kalıplardan kıtlama suretiyle ağza alınan küçük parçaları ile çay içilirmiş bu uygulamanın adı kıtlama şeker ile çay içme olarak kalmış.
Şeker fabrikasının pancardan ürettiği şekerler de büyük kalıplar halinde olurdu ve bu şekerler takatuka adı verilen bir aygıtla veya şeker makasları ile kırılırlardı.
Takatuka, kare şeklinde olup etrafı kapalı ve ortasında takoz bulunurdu, şekerler bu takozun üzerine konur ve küçük bir çekiçle kırılırlardı.
Evlerde bu kırma işlemini genelde büyük anneler yaparlardı.
Uzun kış gecelerinde kuzine sobanın fırınında kızaran patateslerin lezzeti, hoş sohbetlere renk katardı.
Televizyonun girmediği evlerimizde mahallenin en iyi hekât anlatan ablasının başına toplanılır evvel zaman içerisinde kalbur zaman içerisinde sözleri ile başlayan masallarla zaman tünelin de yolculuk yapmış gibi olur, sobanın üzerinde hazırlanan kavurga’yı yerken de Oscarlı bir filmi seyrederken mısır patlağı yiyenlerden daha çok zevk alırdık.
Yemeklerin pişirildiği tencerelerde sobanın üzerinde arzı endam ederlerdi ve onlardan yayılan mis gibi kokular odanın etrafına yayılarak iştah kabartırdılar.
Uzun kış gecelerinde evlerde çocuklar ve gençler arasında yüzük bulmaca, terlik çırpma ve dağ nehir şehir gibi oyunlar oynanarak vakit geçirilirdi.
Evin büyük anneleri, demir taraklarda yün tarayıp, yünü teşi de eğirip çorap ve eldiven dokuyarak torunlarına kışın soğukluğunu unutturur bu uğraşı ile kış gecelerini anlamlı geçirirlerdi.
Radyosu olan şanslı evlerde ise arkası yarın ve mikrofon da tiyatro gibi programlar pür dikkat dinlenir evin erkekleri ise haberlerin verildiği ajans denilen program ile Eşref Şefik’in sunduğu ünlü pehlivanlarla ilgili spor programını kaçırmazlardı.
Bugün yerinde yeller esen Erzincan Kapı’da ki eski spor salonunda oynanan boks ve güreş müsabakaları, kış gecelerinde unutulmaz heyecan sunardılar.
Halk Eğitim Merkezi’ndeki konserler, temsiller, bilgi yarışmaları, folklor gösterileri ise yine kış gecelerinin en güzel şekilde değerlendirilmesini sağlardı.
Kiremitlik Tabyası’nda bulunan tahta tramplen (atlama kulesi) ise kış aylarında en çok rağbet görülen yerler arasındaydı.
1950 yılında yapılmış 17 m yüksekliğinde ve 42 m boyunda olan bu tahta tramplenden kayakçıların nefes kesen atlamaları seyredilmeğe değerdi.
Kayak Evi’nin de bulunduğu bu tepede yapılan kayak yarışmalarını seyretmek ve tramplenden atlayan kayakçıları izlemek, kışın en büyük zevkleri arasındaydı.
Pazar günü oldu mu insanlar akın akın Kiremitlik Tepesi’ne gider bu yarışmaları izler günlerini değerlendirirlerdi.
Kayakçıların yanan çemberin içerisinden atlamaları, Kızılderili kıyafetleri ile kaymaları çok özel görüntüler oluştururdu.
Atlama kulesinden ilk atlayan Avusturyalı Mayer’in hatıraları sporcular arasında anlatılırdı.
Kış, büyükler için her ne kadar sorumluluk ve sıkıntılı bir durum olarak görünse de çocuklar için vazgeçilmez bir neşe ve heyecan kaynağı idi.
Bacalardan sokaklara atılan kar kitlelerinin oluşturduğu kar tepelerinin üzerine atlamak, kardan kaleler yapmak, kızak kaymak, kar topu savaşı yapmak en zevk alınan oyunlarımızdandı.
Ayağımızda şal çorap ve mest lastik, ellerimizde yün eldivenler, başımızda tiftik papaklar ile üşümeden ve usanmadan sabahtan akşama kadar kar denizinde yüzerdik.
Mart kapıdan baktırıp kazma kürek yaktırdığında baharın müjdecileri etrafta görünmeğe başladığında kışın keyifli ve bir o kadar zorlu geçen günleri unutulur, Palandöken’in sırtındaki karların erimesiyle birlikte yeni bir mevsimin kucağında kendimizi bulurduk.