Türkçemiz her biri çok büyük ve mühim dört tehlike ile karşı karşıyadır: 1-Yabancı kelime istilası, 2-Uydurma kelimeler, 3-İnternet Türkçesi, 4-Yabancı dille eğitim.
Batı dillerinden gelen kelimelere savaş açanlarla, Arapça ve Farsça gibi doğu dillerinden gelen kelimelerin tasfiye edilmesini isteyenler vardır. Türkçeye en çok zararı olanlar da Türkçe bildiği zannedilen insanlardır.
Batı dillerinden kelime alınmasına muhalif olanlar, Arapça ve Farsçadan alınan kelimeleri sevmeyenlerle birlikte eski Türk dillerinden kelime almak için Divanü Lügati’t-Türk’e başvuruyorlar.
Divanü Lügati’t-Türk, şüphesiz her Türk’ün medârı iftiharı olan eşsiz bir eserdir. Onu küçümsemeye kimsenin hakkı yoktur. Ancak şu hakikatleri de bilmek lâzımdır: Eser, 1072-1074 yılları arasında yazılmıştır. Yaklaşık 9.000 kelimeyi ihtiva etmektedir. Bu kadar kelime, bugün gelişmiş batı ülkelerinde ilkokul tahsili sırasında bir çocuğun karşılaştığı kelime sayısının yarısından bile azdır. Türklerin İslâmiyet’i kabullerinin üzerinden takriben 100 sene kadar sonraki dönemde kelime hazineleri bu kadardır. Ecdadımız, sonraki 1.000 yıl içerisinde komşu oldukları ve ticarî, askerî ve beşerî münâsebetlerde bulundukları milletlerin medeniyetlerinden istifâde etmişler, kültürlerinden malzeme, dillerinden kelime almışlardır. Alınan o kelimelerin tamamı, 1.000 yıl içerisinde, yazılışı ile telaffuzu ile bizim öz malımız hâline gelmiştir. Her biri bütün Türkler tarafından bilinen ve kullanılan canlı ve diri zenginliklerimizdir. O zenginliklerimizi çöpe atıp, 10 ayrı kelimeyi temsil ve birden çok mânâ ifâde eden tek kelimeye râzı olmak dilimizi fakirleştirir. Mevzu, dâva, mesele, dert, problem kelimelerini atıp yerine ‘sorun’ kelimesi; mertebe, kademe, merhale, safha kelimelerini unutturup, ‘aşama’ kelimesi dayatılırsa, Türkçenin ifâde gücü zayıflar.
Buyurunuz size dayatmacıların dayattıkları kelimelerle yazılmış bir paragraf:
‘Gelgelelim, bu bizim sözlerimiz ölgüsüz yazılardır, üzerinden çağlar geçse bile bunlar ayakta duracaktır, savlağında değiliz. Yalnız şu var ki bir dönenme savaşında eli yazak tutanlara düşen yumuş soldamlı yolları seçmek olmalıdır. Bizim ufak ve değersiz sınamalarımızı anlamadan, dinlemeden kötüleyenlerin bu ucuz yazıcılığından, ne yazık ki, öz dilin bir asısı olmayacaktır.
Bu, enez bir gidiştir. Bu, ulaşmak istediğimiz bakana önüne abanmak, Çinsiz ve kuru bir gürültü yapmaktır.
Bu direkte çıkan söylerimizin en eynel sözler olduğunu anımızdan geçirmiyoruz. Ama bize ilişenlerden de kuru ve boş öğüt değil, sayın öz dil örnekleri bekliyoruz.’ (1)
Nurullah Ataç yazıyor:
Dil devrimi, bir devrim geçirmiş, geçirmekte olan bir toplumun düşüncelerini, duygularını, görüşlerini bildirmeğe elverişli bir araç araması demektir. Düşüncelerde, duygularda, görüşlerde bir devrim olmuş, ne ile belirecek bu? Ancak yeni bir dille belirebilir. Bizim eski dilimiz, eskiden kullandığımız Arapça, Farsça sözler bizim eski düşüncelerimizi, duygularımızı, görüşlerimizi gösterebilirdi; onlar değiştikçe onları gösteren sözler de elbette değişir...
Devrimlere diş bileyenlerin dil devrimine de saldırmalarını anlıyorum. Ama kendilerinin devrimci olduklarını söyleyenlerin dil devriminden yana olmamalarını, dilimizi değiştirmeden de toplumu değiştirebileceğimizi sananları anlamıyorum... (2)
(1)Ahmet Kemal Yahyaoğlu: Türkçenin Katli: s 139 Yakın Plan Yayınları. İstanbul 2013
(2) Yayhaoğlu. age sf 227
Hedeflerini itiraf ediyorlar: Toplumu değiştirmek… Yâni devşirmek. Başka söze lüzum var mı?