(ÜÇÜNCÜ BÖLÜM )
Türkiye’de 1991 seçimlerinden sonra başlayan “koalisyonlar dönemi” ve buna bağlı olan siyasi istikrarsızlık, ekonomik sorunlar 2002 genel seçimlerine kadar devam etti. Ekonomimizde 1994 ve 2001 yıllarında iki büyük kriz yaşandı. Merkez sağın iki büyük partisi ANAP ve DYP’de önce Turgut Özal’ın ve onun vefatının ardından Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı olmalarından sonra onların yerlerine geçen Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller yetersiz kaldılar; bu iki partinin giderek erimelerinden yararlanan Necmettin Erbakan’ın liderliğini yaptığı Refah Partisi öne çıktı. Ancak hem kendisinin ve partisinin siyasi İslamcılığı yansıtan tavırları tepkilere yol açtı. Erbakan’ın başbakanlığı uzun sürmedi. 1997 yılında yakın tarihimizin en travmatik olaylarından biri olan 28 Şubat süreci yaşandı. Üniversitelerde başörtüsü bu döneme kadar ciddi bir sorun olarak görülmezken YÖK’ün uygulamaları sonucu “irtica sembolü” olarak algılanmaya başladı. İnancının gereği olarak başını kapatmayı tercih eden çok sayıda kız öğrenci okullarına sokulmadı; pek çoğu okulu bırakmak zorunda kaldı. Ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal meseleleri bir tarafa atılarak, aylar boyunca sadece bu konu tartışıldı.
Oysa 94 krizinde yangın ekonomik önlemlerle nispeten kontrol altına alınmış olsa da köklü çözümler sağlanamamış, yangın söndürülememişti. 1999 Nisanı’nda yapılan seçimlerde parlamentonun tablosu büyük ölçüde değişti. Ecevit’in liderliğindeki DSP yüzde 22 oyla birinci, MHP yüzde 18 oyla ikinci parti oldular. Yüzde 12 civarında bir oy alabilen ANAP’ın katılımıyla Ecevit’in Başbakan olduğu 57’nci Hükûmet kuruldu.
Yeni hükûmet giderek ağırlaşan ekonomik ve finansal sıkıntılarla karşı karşıyaydı. Sayısı 81’e çıkmış bankalardan on kadarı iflas etmek üzereydi. Bazılarının sahipleri mevduatı kendi şirketlerine kredi olarak aktararak bankalarının içini boşatmışlardı. Siyasi iktidarlar kamu bankalarını seçimi kazanma aracı olarak kullanıyorlar, bilançolarında oluşan açığı “görev zararı” adıyla hazineye aktarıyorlardı. Ağustos ayında yaşanan, 18 bin yurttaşımızın hayatını kaybettiği büyük deprem felaketinin ekonomiye maliyeti 17 milyar doları buluyordu; bu durum doğal olarak ekonomik sıkıntıları daha da ağırlaştırıyordu. Hükûmet ihtiyaç duyulan dış kaynağı bulabilmek için bir istikrar programı hazırlayıp IMF’ye başvurdu, 7.5 milyar dolar kredi sağlandı. Ancak program umulduğu gibi başarılı olmadı. Hazinenin borç stokunun GSMH’ya oranı 1991’de yüzde 33.1 iken 99’da yüzde 98’e çıkmıştı. İflas halindeki 8 banka TMSF’ye devredildi. Enflasyon ve faizdeki yükseliş sürerken 19 Şubat 2001‘de yapılan MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Ecevit arasında cumhuriyet tarihinde benzeri olmayan ağır bir tartışma yaşandı. Sezer önündeki anayasa kitapçığını “Okuyup öğren, pisliğin üzerinde oturuyorsun, bazı bakanlar hakkında çok ağır suçlamalar var“ diyerek Ecevit’in önüne iteleyince Devlet Bakanı ve Ecevit’in yardımcısı Hüsamettin Özkan araya girerek Sezer’e “nankör, bu makama seni biz seçtirdik unutma” dedi. Toplantı elbette devam edemedi. Ecevit Köşk’ten ayrılırken kapıda bekleyen gazetecilere ve TV’lere olanları kısaca anlattı, yaşananlardan, Sezer’in sorumlu olduğunu söyledi.
Olay Türkiye’de tam bir şok etkisi yaptı. Zaten zorlukla çalışan ekonomik sistem altüst oldu. Bankalar arası gecelik faiz 4 bini buldu, MB rezervlerinden iki günde dört milyar dolar eksildi. Piyasalar tıkandı. Moratoryum ilanı bile konuşulmaya başladı. Hükûmet bu tarz bir felaketi önlemek için çok acil önlemler almak, ihtiyacımız olan dış kaynağı sağlamak için ekonominin başına içeride ve dışarıda güven duyulacak bir isim getirmek zorundaydı. Ecevit Dünya Bankası‘nın üst düzey yöneticilerinden Kemal Derviş’i telefonla bizzat arayarak Türkiye’ye davet etti. Derviş vakit geçirmeden geldi ve Hazine’den sorumlu Devlet Bakanı oldu. Maliye Bakanı Sümer Oral, Hazine Müsteşarı Faik Öztırak, MB Başkanı Süreyya Serdengeçti ve BDDK Başkanlığına getirilen Engin Akçakoca ile uyumlu bir ekip oldular.
IMF ile yeni bir anlaşma yapabilmek ve yaşanılan ağır krizden çıkabilmek için kapsamlı bir programın hazırlanması gerekiyordu. Derviş ve ekibi “Güçlü Ekonomiye Geçiş” adıyla 140 sayfalık yapısal bir program hazırladı. Derviş IMF ve Dünya Bankası yetkilileriyle görüşerek toplam 25 milyar dolar düşük faizli kredi alınmasını sağladı. Reformların gereği olan kurumsal düzenlemelerin yapılması amacıyla hazırladıkları tasarılar, “15 günde 15 kanun” çıkarmak sloganıyla Hükûmet tarafından Meclis’e sunuldu ve bunların çoğu çıkarıldı. Bu gelişmeler doğal olarak piyasaları ferahlattı, bütün olumsuz göstergeler tersine döndü.
Türkiye’nin kamu borcunun millî gelire oranı 1990’da yüzde 28 iken 2001’de yüzde 70’e çıkmıştı. Birçok reform denemesine rağmen ekonomide ve toplumsal hayatta rant çekişmesi devam ediyordu. Ekonominin altının boşalmasına yol açan kara deliklerin kapanması, iktidarların popülist girişimlerini engelleyecek kurumlar ve kuruluşların oluşturulması gerekiyordu. Mali ve iktisadi hayatın rasyonel politikalarla yönetilmesi, rantiyenin önlenmesi için modern dünyada geçerli olan iktisadi ilkelere, kurumsal yapılara bizim de ihtiyacımız vardı. Krizin daha da derinleşmesini önlemek, acil ihtiyacımız olan dış kaynakları bulabilmemiz için vakit geçirmeden gerekli yasal ve kurumsal düzenlemeleri yapmak zorundaydık.
Bu cümleden olarak evvela Merkez Bankası Kanunu değiştirildi. Banka para politikası konusunda bağımsız hale getirildi. Hükûmetin MB kaynaklarını kullanması kısıtlandı. Başkan beş yıl süreyle görev yapacak, kendiliğinden istifası dışında değiştirilmeyecekti. BDDK, TMSF ve bağlı kurullar güçlendirildi. İhale Kanunu çıkartıldı. Ağır hasta olan bankacılık radikal şekilde düzenlendi, görev zararı işlemine son verildi, banka sayısı 49’a düştü. Diğer yasal düzenlemeler de yapıldı. Dibe vurmuş olan Türkiye ekonomisi 2002 yılına girilirken tekrar yükselişe geçti.
2002 seçimlerinde barajı sadece iki parti geçebildi. AK Parti yüzde 34,8 oy oranıyla tek başına iktidara geldi. Yüze 46,6 oranında seçmen Meclis’te temsil edilmiyordu. Türkiye’de böylelikle 91’den sonra başlayan koalisyonlar ve istikrarsızlık dönemi kapandı. AK Parti’nin bu yıla kadar aralıksız 20 yıl süren iktidar dönemi başladı.
Mevcut bütün şartlar iktidarın lehineydi. Küresel piyasalarda giderek genişleyen, yatırım yapabileceği yerleri arayan para bolluğu vardı. PKK Öcalan’dan sonra yaşadığı şaşkınlıktan kurtulamadığından eylemlerine ara vermişti. AB ve ABD ile ilişkilerde bahar havası hakimdi. Başbakan Erdoğan BOB Eşbaşkanı olmuştu. Yeni iktidar IMF ile imzalanan anlaşmayı süresinin dolacağı 2005 yılına kadar özenle uyguladı. Süresi biten Süreyya Serdengeçti’nin yerine MB Başkanlığına önce Durmuş Yılmaz, ardından Erdem Başçı getirildiler. Her ikisi de görevlerinde son derece başarılı oldular. Tersine beyin göçü süreci başlatarak Banka’ya ve Hazine’ye çoğu ABD üniversitelerinde eğitimlerini başarıyla tamamlamış, bu ülkenin finans kuruluşlarında işe başlamış genç ve kariyerli çok sayıda uzmanın Türkiye’ye gelip görev almalarını sağladılar. Böylelikle para politikası ve enflasyon bu dönemde yetkili kişinin karar ve iradesine göre değil, iktisat bilimine ve kurallarına, uluslararası konjonktüre uygun tarzda yönetildi. Nitekim bazı Uluslararası Finans Kuruluşları Başçı‘ya “yılın en başarılı MB Başkanı ödülü”nü verdi. Ekonomi Bakanı Ali Babacan, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı gibi liyakatli isimlerin yönetimindeki Türkiye Ekonomisi 2002’den 2010 yılına kadar süren yükseliş döneminde başarılı bir grafik çizdi. Millî gelirimiz 2 bin üç yüz dolardan 8 bin dolara, fert başına düşen gelir 12 bin üç yüz dolara yükseldi. Uluslararası kredi kuruluşları Türkiye’yi “yatırım yapılabilir ülke” konumuna yükselttiler. Türk lirası bu yıllarda dolara karşı istikrarlı bir şekilde düşük düzeyde seyretti.
Ancak şartların her bakımdan lehimizde olduğu bu dönemde, ne yazık ki katma değeri yüksek teknolojik ürünler üreten sanayileşmeye yönelik stratejik bir devlet politikası oluşturulamadı. Oysa sanayileşmiş ülkeler tesadüfen bu aşamaya gelmediler. Mesela Japonya’nın Bilim ve Teknoloji Ana Planı’nda şu ifade yer alır: “Doğal kaynakları fakir bir ülke olan Japonya‘nın gelecekteki zenginliği bilim ve teknolojiye dayanmaktadır. Bu çerçevede ileri teknolojiye yönelmiş bir ulus olmayı ulusal strateji olarak benimser.”
Doğal kaynak fukarası Finlandiya‘nın “Bilim ve Teknoloji İnovasyon Belgesi”nde de benzer ifade yer alıyor. “Kamunun ve özel sektörün AR-GE harcamalarını gelecek on yılın sonunda GSMH’nın %4’üne çıkarmak, insan kaynaklarını gelecekte en yetkinlik düzeyde olmasını sağlayacak şekilde sürekli geliştirmek…”
Almanya’nın Yüksek Teknoloji Strateji Belgesi’nde “…bu stratejinin amacı inovasyon (yeni buluşlar) politikasını hükûmet faaliyetlerinin merkezine oturtmaktır” deniliyor.
IMF ile yapılan “tüketim“ esasına dayalı anlaşmanın bittiği 2007 yılında “üretim ve teknolojiye, bilime“ dayalı, eğitimde kaliteyi esas alan orta ve uzun vadeli stratejik bir kalkınma planı yapılmalıydı. İktidarın bunu yapacak siyasi gücü de vardı. Bunun yerine kolay olan ve siyasi getirisi bulunan yol tercih edildi. Bolca gelen sıcak para ve özelleştirme gelirleri sanayi ve teknolojiye değil ithalata, inşaata, maliyeti yüksek kamu ihalelerine yönlendirildi.
2008’de ABD‘de bazı büyük bankalarda ansızın ortaya çıkan finansal sorunlar FED’in (ABD Merkez Bankası) para politikasını değiştirmesine yol açtı ve bu sıkıntılar dünya ekonomilerini olumsuz etkiledi. Türkiye 2001‘de yaptığı reformların özellikle bankacılığı tahkim etmesinden dolayı küresel krizden fazla etkilenmedi. Fakat Başbakan Erdoğan MB’nın sıkı para politikası izlemesine, faizi istediği seviyeye çekmemesine tepkiliydi. Bunu 24 Ağustos’ta cumhurbaşkanlığına seçildikten sonra giderek sertleşen ifadeleriyle sıkça tekrara başladı. 2011’de Durmuş Yılmaz’dan sonra MB Başkanlığına getirilen Erdem Başçı, beş yıl süren görevi sırasında dozu giderek yükselen baskı ve eleştirilere rağmen geri adım atmadı, doğru bildiğini yapmaya çalıştı. Bir konuşmasında şöyle diyordu: “1994 krizi göstergedir. O dönemde hükûmetler ısrarla faizi düşük tutmaya çalıştılar. Faizleri düşük tutacağım diyerek yüzde 400 faiz ödediler.“
Erdoğan 24 Ağustos’ta Cumhurbaşkanı oldu. 1 Kasım 2015’te yapılan seçimlerin ardından kurulan hükûmette önce Ali Babacan, bir süre sonra Mehmet Şimşek yer almadılar. Beş yıllık görev süresince faiz oranlarını istenilen seviyeye çekmediği için çok ağır baskılara maruz kalan, hatta faiz lobilerinden yana olmakla suçlanan Erdem Başçı’nın yerine 11 Nisan 2016’da Murat Çetinkaya getirildi. FETÖ’nün 15 Temmuz’daki menfur darbe girişimi üzerine OHAL ilan edildi. Bu dönemde MHP’nin desteğiyle Meclis’ten geçen Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi referanduma sunuldu, yüzde 51.41 oyla kabul edildi. Bakanlar Kurulu 375 sayılı KHK’siyle Devlet Memurları ve Personel kanunlarına bir madde eklenerek üst derece kamu yöneticilerinin görev süreleri dolmasa bile “kurumsal hedeflere ulaşmama” gerekçesiyle Cumhurbaşkanına görevden alma yetkisi verildi. 9 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Erdoğan yemin ederek yeni yetkileriyle görevine başladı. Berat Albayrak Ekonomi ve Maliye Bakanlığına atandı. 10 Temmuz’da çıkarılan 3 sayılı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Cumhurbaşkanına bütün üst kademe kamu görevlilerini atama, görevden alma yetkisi verildi. Böylece MB başkanı 22 ayda dört defa değiştirildi. Yeni Ekonomi Bakanı ekonomi bürokrasisinde köklü değişiklikler yaparak yerlerine kendi çevresinden uygun bulduğu kişileri getirdi. Durmuş Yılmaz ve Erdem Başçı’nın, İbrahim Çanakçı’nın oluşturdukları uzman ve yöneticiler istifa edip ayrılmak zorunda kaldılar. Bunların pek çoğu halen dış ülkelerde, özellikle Dünya Bankası gibi en önemli finansal kuruluşlarda yüksek maaşlar alarak çalışıyorlar. Kovulanların yerine getirilenlerde liyakatten önce siyasal sadakat ve itaat aranıyor. Merkez Bankası artık faiz konusunda inisiyatifini kullanmaya kalkışmıyor, sorun çıkarmıyor, istenileni yerine getiriyor.
Ekonomi ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati uygulanmakta olan Yeni Ekonomi Modeli’ni “Neo-klasik Ortodoks modelden epistemolojik kopuş ve heterodoks“ yaklaşım diye anlatıyor. ”Bu yaklaşımla yatırımları, üretimi, istihdamı, ihracatı önemsiyoruz“ diyor. Yani faiz ve enflasyonu önemsemiyor. Cumhurbaşkanı da bir yıl önce enflasyonu düşürmek için faizi düşürmek gerekir demişti; “faiz sebep enflasyon sonuçtur.“ Ama durum bunu teyit etmiyor. Yüzde 20’lerde olan resmî TÜFE yüzde 85’e çıktı. Türkiye’de yıllardır görüyoruz, enflasyon faize değil, dolar fiyatına bağlıdır. Faize Nas diyoruz ama 2023 yılı bütçesinde 1 trilyon 543 milyar lira ayırmak zorunda kalıyoruz. Hazine geçen hafta yüzde 9.5 faizle dışarıdan dolar aldı. Yunanistan bile en fazla yüzde 3.5 ile borçlanıyor. Kredi notumuz “yatırım yapılamaz ülke” düzeyine düşürülünce normal piyasa fiyatının 6 puan üzerinden borçlanabiliyoruz. Aslında siyasi hesaplar kenara konularak 20 yıl önce yapıldığı gibi ihtiyacımız olan yapısal reformlar yapılabilse, ekonominin yönetimine iç ve dış piyasaların, finans kuruluşlarının güven duyacağı nitelikli, liyakatli isimler getirilse, yapılan yanlışlarda ısrarcı olunmasa, iktisat bilimine meydan okurcasına epistemolojik icatlar yapmaya kalkışılmasa ihtiyaç duyulan dış kaynakları uygun şartlarla sağlayabiliriz; faiz, enflasyon, kur kıskacından kurtulabiliriz. Dileriz daha fazla gecikmeden aklın, basiretin gereğini yapar rahatlarız.