Ankebut süresinin ikinci ayetinde Allah, “Biz inandık diyenleri” kendi hallerine bırakmayacağını açıklar. Onları sınayacağını, imtihan edeceğini veya fitne ile karşılaştırıp samimiyetlerini herkesin anlayacağı şekilde açıklayacağını belirtir.
Üçüncü ayette ise Allah’ın daha önceki toplumlarda da, “Biz inandık diyenleri” sınadığı, imtihan ettiği belirtilir. Bu sınama ile kimlerin gerçekten doğru yani sadık oldukları ve kimlerin yalancı oldukları Allah tarafından kendilerine kesinlikle bildirilmiş olur.
Allah’ın kelamından biliyoruz ki, Allah’ın sözü, Allah’ın fiilidir. Yani Allah söyleyince yapılmış olur. Allah’ın “Olsun” dediği herşeyin anında oluverdiği, birçok ayeti kerimede insan ibret alsın diye beyan edilir. Oysa insanın sözü; insanın fiili, eylemi veya davranışı değildir. Bundan dolayı Cenab-ı hak insanları sözleriyle, iddialarıyla veya söylem olarak savunduğu görüşlerle değil, davranışlarıyla, eylemleriyle, uygulamalarıyla değerlendirir.
İnsanların söyledikleri ve savundukları şeyler ile yaptıkları şeyler arasındaki fark, yalanın düzeyi hakkında bilgi verir. Yukarıdaki ayeti kerimeler, bu durumu açıklıyor. “İnandık demek”, “İnanmış olmak” olmayabilir. Cenab-ı Hakk inandık demenin bir yanıltma yöntemi olabileceğini böylece beyan etmiş oluyor.
Konuyu İslam dünyasındaki güncel ve fiili tartışmalar çerçevesinde örneklendirmek, Allahu Teala’nın muradının anlaşılması açısından daha faydalı olur.
Malum olduğu üzere Müslüman toplumlar, uzun zamandır birbirleriyle çatışıyorlar. Çatışma birçok Arap ülkesinde kanlı ve yıkıcı oluyor. Türkiye ve İran gibi ülkelerde ise bazen kanlı olmakla birlikte, sözlü, ekonomik ve bürokratik dışlama mekanizmalarıyla devam ediyor.
Çatışan tarafların konuştukları, söyledikleri, savundukları veya inandık dedikleri değerlere veya inanç esaslarına baktığımızda, hepsi aynı değerler, inançlar ve hakikatlar için mücadele ediyor, görüntüsü vermektedir.
Mesela, Çağdaş selefi akımlar ve bu akımların örgütlenmiş ve çatışan grupları olan, Daiş, Nusra, Ahraru Şam, Alkaide, Aşşabab gibi örgütlerin hepsi, siyonizmle mücadele ettiklerini, emperyalizme karşı olduklarını ve müslüman toplum için savaştıklarını söylüyorlar. Benzer bir durum Şii mezhebi adına örgütlü terör eylemleri yapan, Hizbullah ve Bedir Tugayları adlı örgütler içinde de geçerlidir. Birbirlerine saldıran bu grupların hepsinin sözlü amaçları veya söylemleri arasında hiçbir fark yoktur. Siyonizme saldırıyoruz diye kitleleri ikna ediyorlar. Lakin müslüman halka, gruplara ve oluşumlara daha doğrusu birbirlerine saldırıyorlar. Bumerang gibi, saldıkları oklar kendilerine yöneliyor.
Tabandaki bu terör gruplarını bir yana bırakalım. Bizzat resmî tanınırlığı olan, yasalarla yönetilen ve bir hukuk devleti olarak bilinen İslam ülkeleri iktidarlarının saldırgan tutumları çok daha fazla veri sunmaktadır.
Mesela “Trump güdümlü Suud itilafı” Arap ülkelerinin, Katar’a karşı uyguladıkları sosyal, siyasi, ekonomik ve askeri ablukada tarafların birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaların gerçekliğini sorguladığımızda söylenenlerin, uydurulan birer yalan oldukları çok daha açıktır. Libya, Suriye, Irak, Sudan ve Kuzeydoğu Afrika ve Siyahi İslam Coğrafyasında meydana gelen şiddet hareketlerine baktığımızda Suud itilafı ülkelerin doğrudan resmî terör eylemleri yaptıkları ve bölgedeki terör örgütlerini destekledikleri çok açıktır. Ayrıca ideolojik olarak olaya baktığımızda, terörist grupların söylemleriyle Suud’un dini söylemi yine örtüşmektedir.
“Suud itilafı” ülkelerinin Türkiye’de 15 Temmuz başarısız ve kanlı darbe kalkışması karşısındaki tutumları da biliniyor. Mesela Gülen hareketi, itikadi ve dini söylem bakımından hiçbir şekilde Suudların Vahabi-Selefi akımı ile bağdaşmaz. Ama ilginçtir, BAE, Mısır ve Suudlar darbecileri destekledi. Basın yoluyla darbecileri destekleyen birçok program yayınladılar. Söylem olarak birbirleriyle alakası olmayan resmî ve gayrı resmi siyasi oluşumlar, Türkiye’de iç savaş kışkırtıcılığı yaptılar. Darbeci askerleri savundular.
Öte taraftan “Suud itilafı”na katılan ülkelerin birbirleriyle olan sorunları ve bu sorunlar çerçevesinde ileri sürdükleri söylemler de ilginçtir. Bundan dokuz ay önce, Mısır’ın resmî Ezher uleması, Vahabiliği ehli Sünnet olarak kabul etmediğini bir fetvanın altına imza atarak deklere etti. O tarihlerde Suudlar da ihvan mensuplarıyla işbirliği yaparak, Ehli Sünnet müslümanı olduklarını bir fetva ile açıkladılar. Mısır’ın askeri ve bürokratik Ehli Sünnet yaklaşımına karşı, Çölün Vahabi-Selefi Ehli Sünnet yaklaşımını oturtmaya çalıştılar. Suud itilafı ülkeleri ve grupları, bundan sekiz ay önce, tarihi, sosyal ve itikadi mirasa aidiyetin kavgasını veriyorlardı. Tarihsel kökler üzerinden birbirlerine saldırıyorlardı.
Suud şeyhleri, Mısır’ın resmî fetva şeyhlerini suçladılar. Yine BAE’leri uzun zamandır, Vahabi-Selefi karşıtı dini hareketleri, ülkesinde barındırıyor. Finanse ediyor, destekliyor. Suud’un Vahabi-Selefi din anlayışını tekfir eden şeyhleri misafir ediyor. Birleşik Arap Emirliklerinde örgütlenen Vahabi-Selefi karşıtı dini oluşumlar arasında, Türkiye’de örgütlenen ve dinlerarası diyalog çalışmalarına İslam dünyasında küresel çapta öncülük eden Gülencilerin de bulunduğunu hatırlatmak gerekir.
Suudlarla, BAE’ndeki bu Vahabi-Selefi karşıtı dini hareketler arasında, 2004’ten bu yana ciddi çekişmeler de yaşanmaktadır. Yine hatırlatayım ki, BAE’ndeki bu Vahabi-Selefi hareketi karşıtlığını, örgütleyenler arasında belirtilen tarihten bu yana ABD’de üslenen Gülenciler de bulunmaktadır. Yani özetle Suud itilafının aktörleri de birçok yönden birbirlerinden nefret ediyorlar. Ama Katar’a, İran’a, Libya milli Meclis hükümetine ve Türkiye’ye karşı ortak saldırı yapabiliyorlar.
Konumuz, hangi Müslüman devletin ve Müslüman sosyal hareketin, hangi Müslüman hareketlerle ne tür sorunlar yaşadığını açıklamak değildir. Bunları, davranış ile söylem arasındaki farkı göstermek için buraya ekledim. Görüldüğü gibi, çoğu Müslüman iktidar ve sosyal hareket veya cemaatin söyledikleri ile yaptıkları arasında önemli farklar, hatta tezatlar vardır.
Yukarıda anlamını aktardığım ayeti kerimeleri, verdiğim bu örnekler üzerinden anlamaya çalışırsak, İslam toplumlarının nasıl bir sapma içine girdiklerini daha iyi anlamış oluruz. Bu insanlar, oruç tutuyorlar, namaz kılıyorlar, ibadet ediyorlar, müslüman olduklarını söylemekle iftihar ediyorlar ve bu amaçla propaganda yapıyorlar, dini davette bulunuyorlar.
Birbirlerine iftira atan, kendi haklılığı için yalan uyduran ve karşı tarafı Allah adına küfürle, zulümle suçlayan bu sosyal oluşumları yukarıdaki ayeti kerimeler çerçevesinde değerlendirmeye çalıştığımızda ne diyeceğiz? Bir samimiyet sorununun mevcut bulunduğu açıktır.
Son yıllarda, Kur’an’da bulunan temel değerlere göre davranma düzeyi bakımından ülkeleri değerlendiren ölçekler hazırlandı. Bu ölçeklerin ortaya koyduğu bulgulara bakıldığında, Ku’ran-ı Kerim’deki temel kıymet hükümlerine göre davranma eğilimi Müslüman toplumlarda en düşük düzeyde çıkmaktadır. Bu değerlerin ne olduğunu bir iki örnekle gösterelim. Bir müslüman mı daha çok yalan söyler, müslüman olmayan birisi mi daha çok söyler? Araştırmalar göstermiş ki müslüman daha çok yalan söylüyor. Bu araştırmalarda dünya ortalaması böyle çıkmaktadır.
Bu durumda, yukarıdaki ayeti kerimede “biz inandık diyenler” in durumu ile günümüz müslüman grupların, iktidarların ve sosyal oluşumların durumu örtüşmektedir. Fakat işin ilginç yanı ise, her müslüman grup, parti ve iktidar, rakiplerini yalancı sahtekar, hain, zalim ve haramzade olarak itham etmekte, kendini masum ve temiz olarak sunmaktadır. Aslında en büyük yanılgı, inkar ve sapma tam olarak burada başlamaktadır.
Böyle bir yanılgı üzerine kurulu olan parti, cemaat ve grup dostluklarına dayalı iktidarlar da Ankebut yuvasına, yani örümcek ağına benzemektedir. İnsanlar bu iktidarlar, partiler ve cemaatler adına mücadele etmeyi, kutsal savaş yani cihat olarak algılıyor. Rakipleri de mukaddes davanın önündeki engel olarak görüyor. Engeli aşmak için sosyal, ekonomik ve siyasal olarak güçlenmeyi ve emekleri bir parti ya da cemaatte biriktirmeyi tercih ediyor. Böyle bir bilinçle kurulan teşkilatlar da ankebut yani örümcek ağı yuvalarından başka bir şey değildir. Çünkü yalan üstüne kurulan bir teşkilat yalanla yıkılır.
İnandık demek, başkalarını etkilemek ve yanıltmak için başvurulan bir yalandır. Böyle bir yalan her ne kadar yalan söyleyene göre başkasını etkilerse de, aslında yalan söyleyenin hayatını daha çok etkiler. Yalan söyleyeni yalanı ile mutlaka yüzleştirir. Çünkü insanı yanıltmak, hakikate yabancılaşmaktır. Bugün maalesef Müslüman toplumlar profesyonel yalancılara kanarak yaşıyorlar.