Osman Kavala aydınlar arasında “kızıl milyoner“ diye anılır. İlk gençlik döneminden itibaren benimsediği Marksist sol ideolojinin en faal isimlerinden biridir. Babasından kalan serveti savunma sanayiindeki girişimleriyle daha da büyüterek ülkemizin en varlıklı isimlerinden biri haline gelmiştir. Çok sayıda solcu derneğe, vakfa ve bu çizgideki yayınlara sürekli destek verir. Türkiye’nin belli başlı yayınevlerinden biri olan ve genellikle sol içerikli kitapları yayınlayan İletişim Yayınevi’nin kurucusu ve büyük hissedarı Kavala’dır.
Osman Kavala fikir ve düşünce yapısıyla, ideolojik kimliğiyle doğal olarak Türk milliyetçiliği düşüncesine, millî ve manevi değerlerimize karşıdır. Bizim gibi ömrü boyunca radikal solcularla mücadele eden insanların Osman Kavala’dan yana olması, onu savunması elbette mümkün değildir. Ama hakkında verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasındaki yargı süreci ve AİHM’nin onunla ilgili kararları, olayı Kavala'nın meselesi olmaktan çıkarıyor, doğrudan Türkiye’nin medeni dünya nezdindeki yeri ve itibarını ilgilendiren uluslararası hukuki bir mesele haline getiriyor. Bu dava açılıncaya kadar sadece belirli bir çevrenin bilip tanıdığı Kavala, bir anda ülke gündeminin başlıca konularından biri haline geliyor; medeni dünyanın kamuoyunda haksız yere ceza aldığına inanılıyor, bir hukuk mağduru olarak algılanıyor ve durumu yakından izleniyor. Kısacası Osman Kavala ısrarla verilen mahkûmiyet kararlarıyla uluslararası bir şöhret konumuna getirilmiş oluyor.
Hukuki esaslara ve yasalarımıza uygun bir karar verilseydi yıllarca önce kolaylıkla sonuçlandırılacak bir davanın uluslararası bir mesele haline getirilmesi doğru olmamıştır. Bu dava ülkemizde siyasi içerikli hukuki konuların çoğu defa hukuk kuralları çerçevesinde değil siyasi iktidarın tercihlerine göre yönlendirilmesinin, yargıya müdahalenin tipik bir örneğidir. Kavala ile ilgili ilk dava 2013’te açılıyor. Mahkeme mahkûmiyeti gerektiren delil olmadığı gerekçesiyle beraat kararı veriyor. Yargıtaya gelen dava dosyası beş yıl bekletiliyor, böylelikle karar kesinleşmemiş oluyor. Sonra 1 Kasım 2017’de Gezi olaylarıyla Hükümeti devirmeye çalıştığı suçlamasıyla yeni bir dava açılıyor ve tutuklanıyor. AYM Kavala’nın başvurusunu oy çokluğuyla ret ediyor. Karara muhalif beş kişiden biri olan AYM Başkanı Zühtü Aslan, yazdığı muhalefet şerhinde “olayların suç teşkil edici boyutuyla başvurucu arasındaki ilişkiyi gösteren kuvvetli belirtilerin gösterilmediğini" dosyada delil olmadığını açıkça ifade ediyor.
Bu kararın ardından avukatı dosyayı AİHM’ne götürdü. Mahkeme dosyada delil olmadığı gerekçesiyle Kavala’nın derhal tahliyesine karar verdi. 2018 yılında verilen bu karara ilgili mahkememiz uymayınca AİHM 2019 yılı Aralık ayında yeniden hak ihlali kararı verdi. Mahkememiz buna da uymadı. Ancak dosyanın intikal ettiği İstanbul 30'ncu Ağır Ceza Mahkemesi 20 Şubat 2020’de Kavala’nın ve tüm sanıkların darbeye teşebbüs suçundan beraatına ve tahliyelerine karar verdi.
Bundan sonra mesele hukuka bağlı devletlerin uygulamalarında örneği pek görülmeyen bir tarzda gelişti. Kavala aynı günün akşamı tahliyesini beklerken, savcılık Kavala’nın gene aynı suçlamayla ve aynı dosyadan yeniden gözaltına alındığını açıkladı. Yani aynı dosya, aynı suçlamadan birbirine aykırı iki karar çıkmış oldu. Hukuk Muhakemeleri Usül Yasası’na uymayan bu karar ileriki yıllarda da çok konuşulacak ve eleştirilecektir. Beraat kararı veren hakimler hakkında soruşturma açıldı. Adalet Bakanlığı beraat kararıyla AİHM’nin kararına uyulmuş olduğu ve davanın böylelikle kapandığı yorumunu yaptı ve tabii AİHM bu yoruma itibar etmedi. Sonuçta dosyaya tek yeni delil bile konulmadan yapılan yargılamada Kavala ağırlaştırılmış müebbet hapis, diğer dokuz sanık 18’er yıl hapis cezası aldılar.
Türkiye 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerindendir. Konsey’in hazırladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalarken sözleşmenin 46. madde AİHM kararlarına uyacağını “taahhüt” etmiştir. Daha da önemlisi AK Parti Hükümeti döneminde Anayasamızın 90'ncı maddesine yapılan eklemeyle AİHM kararlarının bizim yasalarımızın üzerinde olduğu yani öncelikle uygulanacakları belirtilmiştir. Ayrıca Ceza Muhakemeleri Yasasının 311/f maddesine Türk mahkemelerinin AİHM kararlarına uymamaları durumunda mahkemelerimizin AİHM kararlarına uymalarının zorunlu olduğu yazılmıştır.
Bütün bu hususlar ortadayken Külliye’nin hukuk müşavirleri AİHM kararlarının sadece yol gösterici nitelikte olduğunu, mahkemelerimizin bunlara uymak zorunda olmadıklarını ifade edebiliyorlar. Adalet Bakanlığı ise yargımızın bağımsız olduğunu, yargıçlarımızın hükümlerine dışarıdan müdahalenin kabul edilemeyeceğini söylüyor. Ama olay bizimkilerin algıladığı tarzda değil, evrensel hukuk kuralları çerçevesinde gelişiyor. AİHM’nin “Büyük Daire”si yani üst kurulu geçen hafta verdiği kararda Türkiye’nin sözleşmenin 46/1 maddesini ihlal ettiğini, "kararlara ısrarla uymadığını" belirten mahkemenin daha önce verdiği kararı onadı ve böylece karar kesinleşmiş oldu. Ayrıca kararda yer alan “Türkiye’nin iyi niyetli davranmadığı” ifadesi, Uluslararası statüye sahip bu yüksek mahkemenin üye bir devlete kullanabileceği en ağır suçlamadır.
Bu karardan sonra dosya Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nde görüşülecek. Yani bizim Dışişleri Bakanlığımızın “bu karar yok hükmündedir, tanımıyoruz" açıklaması süreci durdurmuyor. Dosya Bakanlar Komitesi’nde görüşülmeye başlanırsa, mahkemenin kararlarına uymamakta ısrar ettiği belirtilen Türkiye hakkında, Konsey’deki oy hakkını askıya almaktan, üyelikten ihraca kadar çeşitli yaptırımlar uygulamaya konulabilir. Avrupa Konseyi kuruluşundan bu yana ilk defa bir üyesi hakkında karar verme durumuna gelmiş oluyor. Birkaç yıl önce Azerbaycan Mahkemenin kararını uygulamadığından benzer bir durumla karşılaşmıştı; ancak dosyası Konsey’in gündemine gelmeden Mahkemenin kararını uygulayarak yaptırımın önünü kesmişti.
Türkiye bir yol ayrımına gelmiş durumda. Bu dava Bakanlar Komitesi’nde gündeme alınırsa üyesi olduğu Avrupa Konseyi ve dolayısıyla Batı dünyasına karşı nasıl bir tavır alacaktır? Bir yaptırımla karşılaşılması durumunda “bağımsız yargımıza müdahale ettirmeyiz“ diyerek sorunun ağır bir krize dönüşmesini göze alacak mıyız? Bu durumla karşılaşılırsa, Rusya’nın yaptığı gibi “herkes kendi yoluna” diyerek ülkemizi Batı dünyasından tecrit edecek bir tavır alabilecek miyiz? Osman Kavala bu ihtimallerin söz konusu olmasına vesile olacak kadar önemli bir kişilik mi? Türkiye 1857 Paris Kongresi’nden bu yana devam eden Batı’lı ülkeler Konvensiyonu’na katılma girişimlerini noktalar mı? İktidar böylesine radikal bir dönüşümün ekonomik, siyasal, sosyal, askeri ve hukuki maliyetini göze alabilir mi?
Bir başka ihtimal Batılı ülkelerin politikalarını duygularıyla ve ani kararlarla değil çıkarlarını dikkate alarak akıllarıyla ve zamana yayarak yönlendirdiklerini biliyoruz. Muhtemelen çeşitli kanallardan yürütülecek “örtülü“ diplomatik temaslarla uzlaşma sağlanır; Kavala kararı Bakanlar Komitesi’nde görüşülmeden önce uygulamaya konulur, böylece olay Brunson veya Kaşıkçı davalarında olduğu gibi sessizce kapatılmış olur. Sonuçta 2021 yılı Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 139 ülke arasında 117. sırada yer alan Türkiye, biraz daha alt sıralara kayar. Halkımız ise, devlet büyüklerimizin ve onları ekranlarda ve basında doğrulamakla görevlendirilen, yanlış yapmadıklarına iman etmiş olan iktidar sözcülerinin dedikleriyle ikna edilip rahatlar.