Yaşım icabı, Nato’ya girdiğimiz o günleri ve o yılları çok iyi hatırlarım. Daha açık bir ifâdeyle, Rusya’dan ve onun Çarlık devri olsun, Komünistlik devri olsun hiç değişmeyen siyasetinden çok çekmiş bir milletin, bu hususta çok hassas olan bir âilenin evlâdı olarak çok korkup ürktüğümü de… İsmet Paşamızın perişan hâlini, başta Rus’u çok iyi tanıyan anneannem olmak üzere evimizi istilâ eden havayı da…
Gündemde Nato var dedim ama gündemde asıl “Nato’ya neden girdik”? sualinin etrafında ortaya çıkan karmaşık, mesnetsiz, araştırma yapmaktan üşenen kişilerin verdiği cevaplar ve yazılar da var. Ne yazık ki hasretle beklediği kızıl darbeyi göremeden ölen İlhan Selçuk gibi konuşup yazanlar, Rusya bizden üç ilimizi istemedi demekte inat edenler, Molotof gibi akıllı bir insan hiç böyle bir şey yapar mı? diye düşünenler ve yazanlar hâlâ var. Tanınmış yazarımız Banu Avar hanımı da unutmamak lâzım. Moda’daki Tarihçi Kitabevi’nde konferans verirken bu konuda sorduğum bir sual üzerine “Ben böyle bir olayı bilmiyorum, hatırlamıyorum” buyurmuşlardı da çok şaşırmıştım. Bilmeyen ve hatırlamayan sadece bu hanım yazar olsaydı mesele yoktu. Ama “Cumhuriyet” gibi, kökü Atatürk’e dayanan bir gazetenin çok tanınmış yazarlarından İlhan Selçuk da “VAR” diyen eşim Ergun Göze’nin karşısında “YOK” diye inat etmemiş miydi? Eşim, memleket sathında çok üzüntü ve telâş yaratan bu olayı o tarihteki Cumhuriyet’in manşetten verdiği bu haberi gözüne soktuğu hâlde…
Bu da beni en son şaşırtan, birkaç gün önce SÖZCÜ Gazetesi’nde okuduğum bir yazı… “HAKİKAT” adını taşıyan bir sütunda çıkan bir yazı… “Adı Tehdit miti” Yazarı ise sayın Soner Yalçın Bey… Bir çırpıda okuduğunu söylediği “Kadıköylü Yıllarım” adını taşıyan kitabımla ilgili olarak eşimin vefatından birkaç gün sonra Hürriyet Gazetesi’nde yazdığı, kitabımdaki gerçek olayları inanılması güç bir şekilde değiştirdiği için beni çok üzen daha sonra bunları kendisine tek tek söylediğim halde pek kaale almayan Soner Yalçın Bey’in yazısı… Banu Avar ve İlhan Selçuk gibi “Rusya bizden bu vilâyetleri istemedi, Boğazlar hakkında da hiçbir şey demedi manasına gelen kaçak ve çekingen bir yazı… Ve böyle de soruyorlar: “Sovyetler, Türkiye’yi kendisinden uzaklaştıracak böylesine önemli stratejik hata yaptı mı? Ve sayın yazar meseleye daha da açıklık getiriyor: “Durun. Sözüm ona daha başka talepler vardı: Boğazlardan üs istiyorlardı, hükümete solcuları da alın diyorlardı. Peki bu talepler konusunda resmi yazı, nota, mektup v.s var mıydı.? Yok, sadece dönemin Büyükelçisi Selim Sarper’in Ankara’ya geçtiği bilgi notları var.” Görüyorsunuz aziz okuyucularım çok tirajlı iri bir gazetenin yazarı bile yok, olamaz demeye getiriyor. Okuyucuyu aydınlatmaktan çok, şüphede bırakan bu talihsiz yazı şöyle bitiyor: “Sahi… Churchill’in diplomasi ustası görüp öve öve bitiremediği Molotof bunları dile getirecek hatayı yaptı mı?”
Yaptı efendim yaptı… hem de şuurla, bilerek isteyerek, hata olduğunu kabul etmeyerek yaptı. Hem de öyle bir yaptı ki o günün meşhur, TAN gazetesinde toplanmış çok meşhur komünistleri, başta gazetenin patronu Zekeriya Sertel olmak üzere üzüntüden perişan oldular. Bu olayın gerçeğini, Rusya’nın bu haltı yemesinden ve ihanetinden sonra “Bütün emeklerimiz boşa gitti diye perişan olan Nâzım Hikmet’in yakın dostu Komünistlikte sebat etmiş, hiç dönmeyi düşünmemiş Zekeriya Sertel, “ZEKERİYA SERTEL- HATIRLADIKLARIM” (1905-1950) adını taşıyan kitabında teferruatıyla anlatsın mı?
“Bu güçlü yazarların katılmasıyla “Tan” gazetesi özgürlük ve demokrasinin ve ileri fikirlerin yüksek sesli bir bayraktarı oluvermişti. İşte biz böyle başarıyla özgürlük ve demokrasi savaşı yaparken ortalığa bomba gibi patlayan bir haber yayıldı. Haber, o günlerin Sovyetler Birliği Dışişleri Bakanı Molotof’un Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i çağırarak Türkiye’nin üç ili Kars, Ardahan ve Artvin’i Sovyetlere geri vermesini, boğazlarda ortak savunma sistemi kurulmasını istediğini bildiriyordu. Biz yıllardan beri Sovyet dostluğuna inanmış ve bu inancımızı halka aşılamağa çalışmıştık. Sovyetlerin Türk topraklarında gözü olmadığını söylüyorduk. Millî Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye emperyalistler karşısında yalnız kaldığı zaman ona yardım elini uzatan yalnız Sovyetler olmuştu…. Onun için bu haber bizi çok şaşırttı …… Bu haber halk arasında anlatılmayacak kadar tepki yarattı. Demek Sovyetlere karşı söylenenler doğruydu. Sovyet düşmanlarının etekleri zil çalıyordu. Sovyet düşmanı olan Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun bu haberi maksatlı olarak bu şekilde yaymış olduğuna inanmak istiyorduk. Çünkü bu iddia bütün dâvâmızı çürütüyor, ilericileri halkın nazarında suçlu yapıyordu. Gerçeği öğrenmek için kalktım Ankara’ya gittim. Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper de bu teşebbüs hakkında hükümete bilgi vermek için Ankara’ya gelmişti. Kendisine Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’nde rastladım. Bana bu teklifin sözle yapıldığını, yazılı nota verilmediğini ama çıkan haberlerin doğru olduğunu söyledi. Gene inanmak istemedim. Sarper’i tanıyordum. Sovyet dostu değildi. Haberi abartarak yaymış olabilirdi. Fakat Moskova bu haberi yalanlamıyordu. Hatta Molotof tehdit edici sözler söylüyordu.
Bu olayın üzerinden bir iki ay geçti. Ankara’da Rus Elçiliği’nin Büyük Ekim Devrimi yıldönümü münasebetiyle verdiği suvarede o vakitki büyük elçi Vinogradof ‘la görüştüm. Bu teşebbüsün memlekette doğurduğu kötü tepkiyi anlattım. Nasıl böyle bir politik hata işlendiğin sordum. Cevap veremedi. Misafirlerle meşgul olduğu için izahat vermek için beni elçilik müsteşarıyla tanıştırdı Müsteşarın izahı şuydu: “Sovyetler Birliği Savaştan sonra her yanda sınırlarını düzeltiyor. Eskiden kendinden alınmış toprakları geri alıyordu. Polonya ve Romanya’da da bu yolda düzeltmeler yapılmıştı. Eskiden Rusya’ya ait olan bu hakların geri istenmesinin nedeni de buydu. Yoksa Sovyetler Birliğinin Türk topraklarında gözü yoktu” Bu açıklama inandırıcı değildi. Çarlık Rusyası’nın bizden zorla kopardığı bu toprakları Lenin bize vermişti………………….
İnönü telâş içindeydi. Dayanacak bir yer arıyordu. Fakat nereye başvursa kapıları kapalı buluyordu. Bir gün Dolmabahçe Sarayı’nda kalabalık bir misafir topluluğu karşısında kendini tutamayarak bağırıyordu. “Yalnızız, elimizden tutan yok! Türkiye tecrit edilmiş bulunuyor. Ne yapacağımız bilmiyoruz” Bu durum karşısında İnönü yılana bile sarılmaya razıydı. Sovyetlere karşı bir desteğe ihtiyacı vardı. İşte bu durum, Türkiye’yi Amerika’nın kucağına attı. İngiltere savaştan yorgun çıkmıştı. Türkiye’ye destek olamıyordu. Amerika ise İkinci Dünya Savaşı’nın parsasını toplamakla meşguldü. Türkiye bir av gibi ayaklarına düşmüştü.
Sh. 255- 258
Aziz okuyucularım bunu ben değil, yıllarını komünistlikle hebâ etmiş, Nâzım Hikmet’in büyük dostu ve onun son yıllarındaki perişanlığına çok üzülmüş, kitaplaştırmış bir komünist söylüyor. Çok acı ama bizim gibilerin dediği değil de bir komünistin şâhitliği belki bu konuda gerçeği bir türlü bulamayanları da aydınlatabilir.