İhtişam: Altın varaklarda kaybolup giden öksüz bir kelime; evvel zaman içindeki masal ülkesinin kapısını açan tılsımlı bir anahtar; asırlara mukavemet edebildiği hâlde metruk konakların, köşklerin uğursuz ellerce yakılan bir kibrit alevine, ahşabın betona mağlûbiyetinin hüznünü yaşayan, yedi sesten müteşekkil ışıltılı bir kelimenin içerisini dolduran ve koskocaman bir medeniyetin enkazı altında kalmış bir hazine…
Târihi kahramanlar inşâ eder, târihçiler sâdece yazar. Destanlar olmasaydı târih olur muydu hiç? Üstünde yabânî otların bittiği, altını kör köstebeklerin habire oyduğu kuru, çorak bir toprağı vatan zannedenler ancak bunun aksini düşünme gafletine düşenlerdir.
Roma, varlıklarını varlığına tehdit olarak gördüğü Spartaküs gibi isyancı bir köleyi, Hannibal gibi cesur bir Kartaca komutanını, ölümünden sonra bile bütün Avrupa’ya asırlar boyunca travmatik korkular yaşatan Attila ve ordularını “barbar”lıkla yaftalamamış mıdır? Târihte kilise kaynaklı Avrupa halk efsânelerinin dehşet saçan barbar Attila’sı, bugünün modern opera sahnelerinde de korkunç kişiliğiyle hiç eskimeyen yerini almaya devâm ediyor. Tıpkı Batılı târihçilerin, dokümantasyon filmcilerinin görmek istedikleri gibi… Bütün bu habis korkuları hastalıklı şuuraltlarına yerleştiren bazı oryantalist ressamların, hiç Doğu’yu görmedikleri hâlde görmek istedikleri şekilde; kendi kirli dünyâlarında yaşadıkları sapkınlıkları Doğu’ya mal ederek resmetmeleri gibi…
Askerliği bazı Batılı lejyonerler gibi para karşılığında yapmaya hayâ eden ve her şeyden evvel bunu bir nâmus borcu telâkkisiyle birlikte yürek çarpıntısını hiç tatmamış, korku nedir bilmemiş cihangir bir milletin çocukları ile korku masallarıyla büyütülmüş milletlerin çocukları arasındaki farkı anlamayanlar için târih, kuru bir bilgi yığınından ibârettir.
Can kuşunu ten kafesinden uçurarak devlet-i ebed-müddet lafzını kanlarıyla nakşeden nice alperen, nice gâzi ve şehit, bu mübârek vatan toprağında asâlet, zarâfet ve cesâretin kılıncını kuşandı. O kılınç ki aşk ateşiyle kızardı, o kılınç ki îman çekiciyle ahlâk örsünde dövüldü, ona Kevser Irmağı’nın suyundan su verildi ve o kılınç, edep taşında zağlandı. “Bıyığı tarak tutmayandan asker olmaz!” diyen tellala inat, kemik tarağını dudağının üstüne saplayan; Bağdat’ın kapısın açan ve kelle koltukta üç gün savaşan bir gök ekin; şehâdeti kutlu bir destânın adı Genç Osman dahi bu kılıncı kuşanmış ve bu kılınçla vuruşmuştu.
Türk târih piramidinin zirvesini inşâ edenler neferlerdir; adsız sansız, rütbesiz, hiçbir şey almadan vermesini bilen, hiçbir karşılık beklemeksizin her şeylerini fedâ edebilen kahramanlar...
Seferberlik yıllarında cepheye gitmemek için kim bilir hangi fare deliğine girerek sıvışan ve sonrasında da onca fırsatı ganimet bilerek, gidip de dönmeyenlerin kimsesiz kalan dul karısını sözüm ona ikinci, üçüncü hanımı yapıp hânesine, tarlasına tabanına, tavuğuna davarına çöken soysuz, hâin, korkak ve alçaklar gürûhundan değil; atalarından intikal eden asâlet ve cesâretin genetik kodlarını bütün varlığı ve îmânıyla birleştirerek büyük şâirin iltifatına mazhar olacak şekilde yücelen; “ Bomba şimşeklerinin göğüs(ler)inin üstünde söndüğü o arslan nefer(ler)!..”
İşte târih kitaplarının sustuğu bu an, işte bu dem, Çanakkale Şehitliği’nde bir kitâbe haykırır o yüce ruhların vuslatını:
"Bir kahraman takım ve de Yahya Çavuş’tular
Tam üç alayla burda gönülden vuruştular
Düşman tümen sanırdı bu şahlanmış erleri
Allah’ı arzu ettiler, akşam kavuştular..."
Çelebi : Bütün prenslerin, düklerin, kontların baronların kendilerine izâfe edilen bütün sun’i soyluluk, maddî makam ve unvanların ötesinde; var olmak için değil, var etmek için var olan… Asâlet, nezâket, zarâfet, terbiye, kibarlık ve centilmenliğin kendisinde vücut bulduğu bir şehirli efendi; mayasını bütün bu hasletlerden alan, bunları çok iyi bir tahsille taçlandıran; kelâmı kemâle ermiş bir kalem erbâbı… Bugün yitirdiğimiz pek çok şey gibi “belki buluruz” ümidiyle kimilerimizin bu zifîrî karanlıkta kör bir kandille aramaya çıktığı; kubbede hoş bir sedâ bıraktıktan sonra zamânın ve fezânın derinliğinde kaybolup giden, bize çok uzaklardan fısıldayan büyülü bir ses…
Gök kubbemizin ışıltılı devirlerinde, her kelimenin bir ruhu vardı; tâ ki bir engizisyon işkencesinde o kelime can çekişerek ruhunu teslim edene kadar…
Çelebi, lügatlerde mahpus; kendisini diriltecek yeni bir nesil bekliyor hücresinde…
Asâlet ve cesâret, ilâhî bir nakış ve mükâfat; zâlimlerin korkusu, mazlumların hâmisi olmayan bir ruh, bu ilâhî nakıştan mahrum doğmuştur. Bütün hücrelerinde bu ilâhî nakış; mâziyi istikbâle taşıyan bir zaman yolcusu; “Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün” mısrâ-ı bercestesinde gizlenmiş de sanki bütün asâleti ; gözleri kamaştıran Pembe İncili Kaftan güzelliğindeki zarâfeti ; kibir dağlarına taht kurmuş zorbalara had bildiren cesâreti ile ete kemiğe bürünen destânî bir kahraman: Muhsin Çelebi …
İlâhî nizâmın kırmızı çizgilerinin çiğnendiği ve beşer marifetiyle kurulan; neticesinde de bütün insanlığın çâresizlik içerisinde kıvrandığı kokuşmuş bir dünyanın yalpalayan kurumlarında mevkî, makam ve mansıb uğruna akla gelmedik dalkavukluklarla ikbal temin etmeye çalışan alçaklara atılan unutulmaz bir tokattır Muhsin Çelebi’nin şahsiyeti…
Cücelerin kendisini dev aynasında gördüğü, kuzguna yavrusunun şahin göründüğü böyle bir çıkmaz sokakta, hakîkî mânâda “liyâkat” mefhûmunu ve devlet adamı olabilmenin çizgilerini Pembe İncili Kaftan’ında Muhsin Çelebi gibi bir ahlâk ve karakter âbidesiyle nakşederek hayâl ve fikir dünyâmıza kazıyan Ömer Seyfettin’i hürmet ve rahmetle yâd ediyorum.