RİZE MERKEZ CAMİİNİN AVLUSUNDA BİR GECE - AMELE PAZARI
Rize’nin merkezinde eski taş bir cami vardır. Çay toplama ameleliği için Rize’ye gelenler orada bekleşiyorlardı. Çay bahçesi sahipleri oraya geliyor, içlerinden gözlerinin kestiği ameleleri seçip götürüyorlardı. Bir gece o caminin avlusunda geceledik. Taşların üzerinde uyumuştuk. Ordu’dan, Perşembe’den, Samsundan ve başka yerlerden gelen hırpani kılıklı, her taraflarından yoksulluk ve sefalet akan erkekli, kadınlı-kızlı, çocuklu insanlarla, amelelerle lebalep doluydu cami avlusu. İki gün ve gece orada bekleştik. Bizi kimse beğenip de götürmeyince geriye dönmüştük. Kel kafalı, yaşlı ve mağrur insan yüzleri kaldı aklımda o günlerden. Köle pazarından köle seçer gibi bir halleri vardı. Çay toplama işinde çalışmak nasip olmadı. Eve döndük.
ÇAYELİ’NİN YÜKSEK DAĞLARINA
Daha doğrusu babam ve ağabeyim köyden bazı insanlarla gitmişlerdi. Ben ilkokul son sınıftaydım. Anneme rahat vermiyordum. Çok yaramaz bir çocuktum sanırım. Onun için annem beni köyden bir delikanlıyla babamların yanına gönderdi.
Çeşitli yiyecek ve giyeceklerle dolu yüklerimizi sırtımıza yüklendik ve yola koyulduk.
Trabzon’da Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yanı bizim köyden gelenlerin buluşma yeriydi. Orada arabadan indik, Rize’ye, sonra Çayeli’ne, oradan da dağ köylerine gitmek üzere yola çıkacaktık. Köyümüzden bir adam orada toptancılık yapıyordu; ama sanırım sattığı şeylerin birçoğunun ne işe yaradığını tam bilmiyordu. Krem mintaks o zamanlar yeni çıkmış, o da dükkâna koymuş satıyor; ama ne arayan ne soran vardı. Bize bir koli verdi ve dedi ki: “Orada odun kırma işi yapıyorlar. Bu kremlere ihtiyaçları olabilir. Bu koliyi götürün, orada satın, dönüşte parasını getirirsiniz.”
Zaten ağır olan yüklerimize bir de bu koli eklenmişti.
Rize’ye, oradan Çayeli’ne gittik. Gideceğimiz köye kamyondan bozma, hem yük hem insan taşıyan bir tane araba vardı ve o da akşamüstü kalkacaktı. Oralarda bekledik ve akşamüstü o arabaya bindik. Bu, kasasına oturaklar konulmuş, hem yük, hem insan taşıyan bir kamyondu. Onunla uzun bir yolculuk yaptık ve akşama son durağa vardık. Oradan da orman kesim alanına varmak için birkaç saatlik yolumuz vardı. Yüklerimizi, ertesi gün gelip almak üzere orada bıraktık ve yola koyulduk.
Balta girmemiş ormanlardan, derelerin kulakları sağır eden seslerinden, zifiri karanlıkta yolumuza devam ediyorduk. Her ağaç gövdesini ayı, kurt ya da başka bir vahşi hayvan sanıyor, korkudan tir tir titriyorduk. Bazı yerlerde azgın dere sularının üzerinden karşıya geçmek için bir ağaç konulmuştu ve onlardan korka korka geçmeye çalışıyorduk. Ormanda göz gözü görmüyordu. Bazen yolumuza devrilmiş bir ağaç çıkıyordu. Yolda bir yayla evinden ödünç bir fener almıştık. Devrilmiş bir ağacın üzerinden karşıya atlarken fener de elimizden uçtu ve kırıldı. Artık iyice karanlıkta kalmıştık. Zifiri karanlıkta ormanın derinliklerinde ateş böceği kadar bir ışık seziliyordu. Babamların çadırları oradaymış. Birbirimize tutunarak, düşe kalka ışığın olduğu yere vardık. Babam beni görünce çok kızmıştı. Burada ne işin var diye bağırdı ve sabah erkenden doğru eve dedi. Sabah ağabeyim ve beni oraya götüren benden büyük arkadaşım Hasan kasabaya bıraktığımız yükleri almaya gittiler.
Gökyüzüne uzanan çam ağaçları, kulakları sağır eden sesiyle azgın dere, balta girmemiş, insan eli ya da ayağı değmemiş ormanlar vardı etrafta.
Babam beni geri göndermekten vaz geçti ve orada tam üç ay zor bir gurbetçilik yaşadık. Yüksek debili dere her gece yatağını değiştiriyor, yaptığımız köprüleri alıp götürüyordu. Kumar ve benzeri ağaçları kesip doğruyoruz, ata ata aşağıya indiriyoruz ve koca çam ağaçlarından yaptığımız, iptidai köprülerden sırtımıza taşıyarak karşıya götürüyor ve siter yapıyorduk.
Komşumuzun götürdüğü krem mintakstan herkes birer kâse almıştı. Odun kırmaktan ellerimiz patır patır çatlıyordu ve biz üzerinde krem yazan bu nesneyi o çatlaklara sürüyorduk. Yaralarımız sızladıkça da bu şeyin yaralarımıza iyi geldiğini sanıyorduk. Çünkü bir tarafımızı kestiğimizde yaptığımız ilk iş o yaramıza işemekti. Yaraya işeyince de böyle sızlardı, sonra da iyileşirdi.
O dağların yükseklerinde her gün bu çalışanlara yeşil bir Jeeple ekmek gelirdi. Ekmeğin yanında babam köyden getirdiğimiz barbunyadan kaynatıyordu ve neredeyse her günkü yemeğimiz de buydu. Biz orman kırıyorduk, dozerler yol açıyordu. Dağ gibi kayaları patlatmak için sürekli uyarı yapılıyor ve dinamit atılıyordu. Ortamda çam kokusu, dinamit kokusu ve toprak kokusu birbirine karışıyordu. Sürekli çok kar yağdığı için kumar ağaçları bayırlarda yere yatıyor, baharları yeni filizler dikeliyor, kışın tekrar yatıyor, böylece dik arazi üzerinde oldukça ilginç vaziyet oluşturuyorlardı. Ağaçların kökleri ile tepeleri arasında neredeyse on, on beş metre mesafe oluyordu. Kök tarafından kestiğimiz zaman yay gibi boşalıyorlardı.
Tam üç ay orada kalmıştık ve sanırım bu üç ay içerisinde ancak üç gün güneş görmüştük. Sürekli yağmur yağıyordu.
Bir ara köyden haber geldi. Küçük kardeşimiz hasta olmuş ve ölmüştü. Babamız cenaze için köye gitti; biz orada kaldık. Kardeşimizin cenazesine dahi gidememiştik.
Sonunda iş bitti, yaptığımız odunları teslim ettik, babamız parasını aldı. Üç kişi tam üç ay çalışarak üç bin lira para kazanmıştık. Yıllarca ayrı kalmış gibi bir hasret ve özlemle köyümüze dönmüştük. Oralardan ayrılırken her ağaca, her fidana, kayaya, tepeye hasretle bakıyor, küçük çam fidanlarını okşuyordum ve bir daha onları göremeyeceğimi düşünerek üzülüyordum. Oradaki günlerimizde sürekli çevrenin resimlerini çiziyordum. Keşke o çizimlerimi saklayabilseydim.
Son gün babamızın gelirken bize bitpazarından aldığı ilaç kokulu giysileri giymek için önce derenin azgın sularında yıkandık, sonra yenileri giyindik ve eskileri dereye attık. Çünkü artık onlara giysi deme imkânı yoktu. Beş yıllık, on yılık birinci dünya savaşından dönen gazilerin üst başları gibi olmuşlardı.
Bizim gurbetçiliklerimiz birkaç kere fındık toplamaya, bir kere çay toplamaya, bir de Çayeli’nin orman köylerine odun kırmaya gitmekten ibaret olmuştur.