Babam daha doğmadan babası ona dört başı mâmur bir gurbet sipâriş vermiş.
Ondan bize, bizden de sonrakilere bu hep böyle sürer gider...
Gurbet küf kokar otel odalarında, güneş hiç doğmasın dediğim, hiç olmasını istemediğim sabahlardır.
Oradan oraya koşturarak ağır ve hantal tahta bavullarla taşıdığım gençliğimdir.
Sonra caddeleri arşınladığım, ökçesi delik partal pabuçlarımdır.
Ve yağmurlu havalarda sırılsıklam çoraplarımdır.
İs, demir, ter ve idrar kokan üçüncü mevkî kompartımanlarında hiç tanımadıklarımla ahbap olup memleket hikâyeleri dinlemek ve sessizlik çökünce mekâna, hiç bitmeyen Anadolu bozkırlarını seyre dalıp güneşi kovalamaktır.
Bir sabahçı kahvehânesinde, masa başında yalandan uykuya dalmak, Sirkeci lokantalarında "batna şifâ" olan işkembe çorbasına kaşık sallamaktır.
Kalabalıklar arasında, tek başına hiç gerçekleşmeyecek bir hayâlin peşinde koşmak, bir ikindi sonrası, muhteşem bir mîmârînin avlusunda şadırvanı tavâf eden güvercinleri seyre dalmak veyâ zalim bir günün sabahında mahpushâne avlusunda volta atarken hiç sektirmeden, zamânı alnının ortasından vurmaktır gurbet.
Helâlinden bir köy sofrasında yufka ile dürülen yumurta ve tâze soğanı gönül rahatlığıyla ve büyük bir iştahla yiyebilmektir.
İki göz odalı evlerin toprak damlarında geceleri yıldızları seyrederken derin ve ferah bir uykuya dalmaktır.
O köyün kahvehânesinde Hayber Kal'ası'nı, Battal Gâzi'yi, Koçyiğit Köroğlu'yu dinleyip cûş u hurûşa gelmektir gurbet.
Eksi kırkbeş derecede donan ayak başparmağı kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın başındaki karakolda kesilirken hiç gıkını çıkarmayıp "Bu benim nâmus borcum." diyebilmek ve kızaran avuçlarına aldırmadan karla abdest alıp yankılanan sesiyle yüce dağlara: "Cân sağ iken yurt vermeniz düşmâna!" diye haykırarak yiğitliğin, mertliğin hakkını verebilmektir gurbet.
Bazen de "vatan hâini" damgası yiyip vatanına hasret ölmektir gurbet...
Bir şubat soğuğunda, gecenin bir yarısında, uykunun en derin bir anında ciğerini Kozan poyrazı vurmuş gibi uzaktaki en yakınının acı haberini almaktır gurbet.
Gurbetin rengi niçin hep karadır?..
Gönülde açtığı onulmaz yaradır.
Dönüşü olmayan gidişlerdir: bucaktan bucağa, ilden ile...
Geride kalan daha tam demini almamış çocukluk ve gençlik aşklarımızdır, çok alıştığımız, çok sevdiğimiz komşularımız arkadaşlarımız ve dostlarımızdır...
Ne kalanın gideni gördüğü ne de gidenin bir daha kalanı gördüğü hikâyelerdir.
Yakamızdan hiç düşmeyen ise bitmeyen hüzünler yumağıdır.
Üzerine yüzlerce sevdâ ve hasret türküsü yakılan, şiirlerde hayat bulan; içerisinde ayrılık, hasret, acı, keder, ölüm; hep ama hep hüzün olan, gidenlerin dönemediği, dönenlerin de göremediği ağıt ve hikâyelerle örülü...
Aslında dünyânın kendisi de bizim için bir gurbet değil mi?..
Bu his midir "Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde..." dedirten?..
Hangimiz aynaya her baktığımızda farklı bir "ben"le karşılaşmamış olsun?.. Ve hangimiz her bakışımızda kendimizi gerçekten tanımış olabilelim?..
Şâirin ifâdesiyle; bizler birer "Dünyâ sürgünü" müyüz?