Naci KARA

Avukat

3 Mayıs 1944 Ruhuyla Bozkurtlar Dirilecek İnşallah!

Bu bölünme, bu paramparça olma kimin eseri?

Nasıl bir bölünme, niçin?

Ve kimlere yaradı?

İdealist bir yapı oluşturulmuştu. Mustafa Kemal Atatürk’ten el alıp, yola çıkan bir avuç seçkin Türk milliyetçisinin inşa ettiği sağlam yapı; Türkiye Cumhuriyeti Türkçülük üzerinden şekillendirilmişti. Türk’ün düşmanları Osmanlı topraklarında nemalanmıştır. İmparatorluk mantalitesinin belki doğal sonucu idi, ama yöneticilerin genelde Türk olmayan insanlardan oluşması Türklük bilincinin önünde engeller oluşturuyordu. Türk milliyetçiliği çok badirelerden geçti. 3 Mayıs 1944 bu nedenle çok önemlidir ve bir dönüm noktasıdır. Türklük bilincinin aksiyon haline gelmesinin nirengi noktasıdır. Bu noktada rahmetli H. Nihal Atsız hocanın çok büyük emeği vardır. Anlayanlar için ATSIZ bir sembol isimdir ve gerçek bir Türk büyüğüdür. 

12 Eylül öncesi köşeye saklanıp, fırsat kollayanlar aslında Osmanlı’nın 1517’sinden beri var olan, Türk düşmanı bir damardan gelmektedirler. 12 Eylül öncesi Türk halkının desteğini alabilmek için, Türk milliyetçiliği, daha doğrusu Türkçü akım mensuplarının büyük çoğunluğu maalesef Türklükle İslamiyet’i birbirine meczetme eğilimine girmişlerdir. Bu nedenle de Siyasal İslam taraftarı güruhla da diyaloga girmeyi uygun bulmuşlardı.  Bu diyalog Türk milliyetçiliğine çok şey kaybettirdi. Niyet iyi idi, ancak kısmet niyete uymadı. Ve 40 gün akıllıya deli dersen  deli olur misali, gördük ki, sloganlarla sloganlaştık, sloganları hayatımıza hakim kıldık: Slogan milliyetçiliği, slogan dinciliği birleşti ve slogan sentezciliği doğdu ne yazık ki… Şartlanmışlıkları aklın önüne geçirmeyi başaranlar farkında olmadan  Türkçülük düşüncesinden uzak, yeni Osmanlıcılık fikrine hizmet etmeye başladılar. Yumuşak karnımız olan din maalesef her kesimin kullanma ihtiyacı olan bir metaya dönüştürüldü. Dini kullanmayı başaran siyasi yapılar hep iktidar olurken, sol hep avucunu yaladı…  

Osmanlının sürekli atıl bıraktığı Türklük, Avrupa’dan esen ulus devlet rüzgarıyla yeniden şekillenmeye başladı. Osmanlıda hiçbir anlam ifade etmeyen Türklük bu rüzgarın etkisi altında anlamını buluyordu artık. Din ile milliyet Mustafa Kemal Atatürk’ün aklıyla barıştırılmış ve Laiklik, dine de özgürlük sağlayacak bir kavram olarak anlam bulmaya başlamıştı. 

Ancak dinle diyanetle uzaktan bağı olan Osmanlı, aslında Allah’a kulluk yerine kula kulluk edilen bir yönetsel yapıdan ibaretti. Cumhuriyet zor şartlar altında ve tüm engellemelere rağmen kuruldu. Ancak Osmanlı’dan gelen din anlayışı ne yazık ki, Türklük karşıtlığına dönüşmüştü. Ve memlekette sanki ayrı iki alanı ifade eden iki kavram değil de, iki din vardı, biri TÜRKLÜK, diğeri İSLAM… Ve, iki dinli olmamak için Türklüğümüzü kızağa çektik. Sonra gördük ki, iş hiç görüldüğü gibi değil, asimile olmuşuz, Müslüman olma düşüncesi kültürel bir asimilasyona gönüllü olarak girmemize neden olmuş ve ne yazık ki İslamlaşmak yerine  Araplaşmışız… Halbuki din ve milliyet farklı kavramlar, biri elma, biri armut misali aynı bir toplama işlemine tabi tutulamazlar; fakat biz sadece toplamadık, yanlışa yanlış katarak, çarptık, böldük ve  çıkardık da... 

Dini siyasete alet ederek, yeni bir din ihdas edenler, toplumsal algıda hataya neden oldu. Milliyetçiliği MHP Merkez Yönetimi, dini  de AKP Merkezi yapısı, nefislerine göre tanzim edince, milliyetçilikte, dinde maalesef irtifa kaybetti…  

3 Mayıs 1944 bilinci bir ışık olarak yayılırken, süreç maalesef bu ışığın üzerine karanlıkları salmaya başladı. Ve Türk milliyetçileri iki anlamda bölünmeye maruz kaldı. Bozkurt, Hilal  farklılaşması olarak ifade edilebilecek ilk ayırımda, “ilayı  kelimetullah” ve “nizamı alem” gibi olağanüstü iddiaların sahipleri ile Turancı-Türkçü anlayış arasında başlamıştır. Bu hal 3 Mayıs 1944’te yoktur. İkinci ayırım ise çok daha basit ve menfaat odaklı ayrılmalar olarak görülen, siyasi mecrada hakimiyet fikri olarak görülmüştür. Türk Milliyetçileri bu iki ayrımın kıskacında fetret devrini yaşamaktadırlar…   

Bölünme mukadder miydi, bilmiyorum. Görünen, mutlak bir bölünmenin gerçekleşmiş olduğu… Süreç aslında Devlet bey tarafından da başlatılmadı. Devlet bey, parti içi iktidarını kuvvetlendirmek ve devam ettirmek için,  ayırımcı bir politika izledi. Aynı dünya görüşüne mensup milliyetçileri şahsi iktidarı için, siyaseten parçalayarak kamplaştıran, MHP’den kovan  kişi Devlet Bahçeli’dir… Türk milliyetçiliğinin yükselişini değil, şahsi iktidarını sürekli kılabilmek için bölünmelerden de hiç rahatsızlık duymadı, hatta teşvik ve tahrik etti… Dolayısıyla ateşe benzinle gitmekten geri durmadığı gibi, etrafında tahkim edilen şahıslara da sadece siyaseten kendisine yakın durmaları dolayısıyla  itibar etti, seçici olmak yerine yandaş olma kriterini dikkate aldı... Dar bir alanda kalarak, Türk milliyetçiliğinin büyümesi yerine, az olanla yetinmeyi tercih etti. 

Meseleye dışarıdan bakanlar için, bir bölünme hareketi olarak algılanabilecek bir sonuçta,  Milliyetçilik-Ülkücülük ikilemi olarak  düşünülebilir. Aslında “Milliyetçi-ülkücü” anlayış ayrı ayrı değil, tek bir çatı kavram olarak telakki edilmelidir, çünkü öyledir... Bu isimlendirme bir birlik ifadesidir. Mensupları  için iki kavram ayrı ayrı olarak kullanıldığında da, bu durum ikilem olarak görülmez, ülkücülük milliyetçiliğin daha idealize edilmiş, daha rafine  bir formu olarak  kabul görmüştür... 

Zamanla, Ülkücülük kavramı  belli bir siyasi partiye mensubiyet algısına dönüşmüş,  MHP’li olmaya devam edenler için, MHP’li olmakla eşanlamlı kabul edilir bir kavram olarak görülmeye başlanmıştır. Maalesef bu durum  yine bir ayrılık arzusunun tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. MHP’den ayrılıp bir köşede ömür tüketenler veya başka siyasi oluşumlar içinde yer alanlar kendilerini ülkücü olarak tanımlamaktan geri durmamış, MHP’nin ülkücü kimliğini kaybettiği ve ülkücülerin MHP’den dışlandığı algısı haklı olarak  yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. MHP’den el-etek çeken, ama hala ağır ifadelerle itham edilen Türk milliyetçileri ideallerini bireysel olarak yaşamayı tercih etmişlerdir. Yani 12 Eylül öncesinin kahramanları siyasi alandan tart edilmişlerdir. AKP’nin siyasi mühendislik başarısı sonrası  Türk milliyetçileri siyasi dağınıklığa mahkum edilmişlerdir.  

Tarihi serüven içinde, Türk Milliyetçileri, neo-Osmanlıcı ve Siyasal İslamcı anlayış veya anlayışlara karşıt bir yapı oluşturmanın zorunluluğunu idrak  eden  bir yapılanmayla Cumhuriyeti kurmuş büyük ve güçlü bir yapıdır. 

Ancak süreç Komünizm riski karşısında geriye doğru yürütülmüş ve belki bir gelecek endişesi ile belki de takiyye olarak başlayan  bir serüvenin içinde bocalama riskine girilmiştir. Nitekim bu bocalama dönemi maalesef Türk milliyetçiliğini siyasal İslamcı anlayışın girdabına  çekmiştir. Halbuki, İslam’ın siyasallaştırılması, onun evrensellik ilkesine de aykırılık teşkil ettiği gibi, Müslüman olmayan Türklerin varlığı da dikkate alınması gereken bir gerçekti. Hem de, Türk milliyetçiliğini din kıskacına havale etmekle, kavramı soyutlaştırıp, din içinde absorbe ederek yokluğa mahkum etmişlerdir. Siyasetin çirkin karakteri, nasıl ki, Sahabeyi birbirine düşürmüşse, milliyetçileri de aynı oyunun içinde parça parça etmiştir. 

Türk milliyetçiliğinin, Siyasal İslamcı akımların zararlı faaliyet alanından kopup, kendi rotasına girme eğilimi Osmanlı’nın son zamanlarına doğru zorunlu nedenlerle başlamıştır. İmparatorluklar dönemi Fransız İhtilali ile yerini Ulus devletlere bırakmaya başlamıştır. Cumhuriyetin kuruluş felsefesi de bu fikri zemin üzerine inşa edilmiştir. Kurucu iradenin sahibi Mustafa Kemal Atatürk’ün milliyetçilik üzerinden Türkiye Cumhuriyeti devletini  inşası ile, dünyada yürürlüğü hızlanan Ulus devlet kimlikli bir devlete sahip olmamızı sağlanmıştır. 

1944 Milliyetçilik hareketi akabinde Türk milliyetçiliği doğru bir hamle ile ivme  kazanırken, olaya idealist olmayan bakış açısından,  “ihtiyaç gereği” gömleği giydirilerek zaman zaman amorf bir yapı tercih edilir olmuştur. Bu süreç özellikle AKP iktidarı öncesi Siyasal İslamcı yapının ve özellikle de AKP iktidarının  siyaset mühendisliğinin bir başarısıdır.  MHP belki PKK terörüne karşı devleti güçlü kılmak adına AKP’ye sarılmış, fakat doğan sonuç tatminkar olmadığı gibi Türk milliyetçiliğinin kavramsal anlamda kısmen amorflaşmasına neden olmuştur.  

1917 Rus Devrimi, en büyük komünist devlet SSCB’nin kurulması sonucunu doğurmuştur. Rus Devrimi veya Ekim Devrimi, komünist sistemin tüm dünyaya yayılmasını sağlayacak büyüklükte bir tarihi vakıadır… 

Komünizmin 1917 Rus Devrimiyle dünyanın başına bela olmaya başlamıştı. Süreçte ÇİN Devleti de komünist bir yapıya dahil olup, komünizmin yayılmacı politikası ile emperyalist amaçlarını birleştirince, oluşan akım dünyayı rotasından çıkaracak boyut kazanmaya başlamıştı. 

Bizim için en büyük risk, SSCB’nin komşuları olan ülkelere komünizmi ihraç etmedeki başarısı idi. Bu başarı, ülkemizin de SSCB’ye yakınlığı ve ortak sınır komşuluğumuz dolayısıyla riski daha da artırıyordu.  Türkiye’mizde, komünizm yanlıları 70’li yıllarda eylemlere başladı. Sol fraksiyonlar arasında başlayan çatışmalar süreçte kendi aralarındaki  eylemler yerine, yeni bir hedefe yoğunlaşma ihtiyacı neticesi, karşılarında en uygun düşman olarak  Türk milliyetçilerini buldular. Sol bu yolla fraksiyonlar arası savaş yerine bütünleşmiş ve Ülkücüler üzerine yoğunlaşarak kendi aralarındaki gerginlikleri bertaraf etmişlerdir. 

Bu arada  Milliyetçi cephede, Komünizm tehlikesini bertaraf etmek için çareler aranıyordu. 1970-1980 arası yıllar Sol ile Ülkücülerin savaş yıllarıdır ne yazık ki. Bu arada, Siyasal İslamcı kesim güç dengelerine bakarak kamufle oluyor, yerine göre davranarak çatışma ortamının  zararlarından beri kalmaya çalışıyorlardı. O zaman ki üst akıllarının ne denli etkin olduğu bu gün bakıldığında daha iyi anlaşılıyor… Akıncılar olarak Türk milliyetçilerinin karşısına dikilen  Siyasal İslamcı  yapının hedefinde de Türk milliyetçiliği vardı… Özellikle dini hassasiyet yoğunluğu olan yörelerde ülkücülerin üzerine gidiyorlar, onları kafirlikle itham ederek komünizme yardım ve yataklık ediyorlardı. 

Bu durum karşısında cepheyi genişletmek ve inanç temelli oylara talip olmak için  din üzerinden Türk milliyetçiliğini tahkim etmek düşüncesiyle , Türk milliyetçiliği kavramını zedeleyecek bir yanlış anlayış zaruretten ortaya çıkacaktı. 1969 yılında MHP’nin Adana kongresi sırasında siyasete din karıştırma hamlesi ile ilk bölünme zuhur etmiş, Nihal Atsız grubu partiden ayrılmıştır. Önce sloganlarla Siyasal İslamcı kesime mesaj verilmeye başlandı. Yeni sloganlar icat ediliyor bir tarafta Anadolu’nun dindar insanının oyuna talip olurken diğer yanda da, Komünizme  karşı daha geniş bir cephe oluşturulmaya çalışılıyordu. “Kanımız aksa da zafer İslam’ın,” “Tanrı Dağı kadar Türk Hira Dağı kadar Müslümanız,” gibi sloganlarla “Türk-İslam Sentezciliği” kavramı gündeme taşınıyordu. Türk-İslam Sentezciliğinin ideologlarından Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu başkanlığında 1970 yılında kurulan Aydınlar Ocağı’nın muhteşem kadrosu Türk-İslam Sentezi kavramını bir ihtiyaç olarak görerek potansiyel yapısını bu yeni anlayışa tahsis etmiştir.  

Fakat ne yazık ki, Ziya Gökalp’ın “Milli mefkuresi=(ülküsü),” Nihal Atsız ve Türkçülerin “Milli Ülküsü” böylece “sentezcilik” kavramı ile anlamını kaybediyordu. Sentez kavramının iki ayrı nesne veya kavramın birleştirilerek yeni bir kavram veya nesne elde etmek gibi daha ziyade kimyasal bir kavramdır. Bu yanlış, sosyal hayata yeni bir terkip olarak “Türk İslam Sentezi” kavramı intikal ettirmiştir. Bu garip terkibi düzeltme ihtiyacı doğmuş, Türk-İslam Sentezinin yanlış bir kavram olduğu gerçeğinden hareketle,  Seyyid Ahmet Arvasi “Türk-İslam Ülküsü” kavramını koymak suretiyle, aslında aynı amaca hizmet edecek, doğru bir kavramı Türk milliyetçiliğine enjekte edecekti. O zamanki milliyetçi akıl maalesef durum gereği, bir büyük hataya düşüyordu. Bu çerçevede Arvasi hoca, çalışmalar yapmış, hatta, Türk İslam Ülküsü ismiyle 3 ciltlik kitap da yazmıştı… Zamanın şartlarında iyi niyetli olarak işlenen kavramların, ne yazık ki amaca hizmet etmekten uzak kavramlar olduğu anlaşıldı. Ancak damarlara zerkiyle hücrelere nakli sağlanan kavramların nüfuz kabiliyeti çok yüksektir ve kolay kolay sökülüp atılamamaktadır. 

Sentezci anlayış ne yazık ki MHP’nin en güçlü olduğu zamanlarda da acı meyvesini vermiş, Muhsin Yazıcıoğlu’nun partiden ayrılmasına neden olmuştur. 

Malumdur, İslam  evrenseldir. Siyasallaştırıldığı zaman dinli-dinsiz ayrımı yönetsel bir kavrama dönüşür ve vatandaş için bir ayrılma aracı olur… Bu nedenle de çatışmalara açık bir ortamın doğmasına sebep teşkil eder. Dinler arası savaşlardan ziyade mezhepler arası savaşların yoğunluğunun nedeni de dinin siyasallaştırılmasıdır. Din siyasal bir kavrama dönüştüğünde, yönetime vaki müdahalesi; “din kuralları mı, yoksa yürürlükteki yasalar mı” tartışmasına neden olur. Böyle bir tartışmada “din Allah’ın emirlerini ihtiva eder”  gerçeğine dayanarak, Allah’ın emirlerini kulların emirleri olarak telakki eden bir anlayış ortaya çıkar. Yani artık “din bezirganlığı” kolayca zemin bulmuş olacaktır.  Din kullanılmaya başlandığında ümmet anlayışı siyasete hakim anlayış olur. Böylece Türk milliyetçiliği dinle soslanarak aslından uzaklaşmaya başlar ve dinin bir aparatı olarak yoklukla malul olur. Bu günkü ayrılmaların altında maalesef bu gerçek gizlidir. 

Milliyetçilerin bölünmeleri sadece “din soslu milliyetçilik” dolayısıyla değildir elbette… Daha soyut ve daha insani tavırların neticesi olarak da bölünmeye zemin hazırlanmaktadır. Aynı bir dünya görüşüne mensup insanlar bile, iş siyasete gelince maalesef nefsini öne çıkarıyor. İktidar hırsı şeytanın en önemli mesai alanı… İddialara bakınca sadece Türkiye’yi değil, dünya Türklüğünü mutlu ve müreffeh kılacak  bir yapılanma söz konusu iken, amaç hedef bir anda kendi şahsi iktidarı için sona eriyor…

Karıştırıyoruz birbirine, sonra ayıklayamıyoruz; Türk-İslam Sentezi… Bırakın ayrı dursunlar; Türk ve İslam olarak. Müslüman olabilirsiniz, Türk olmayabilirsiniz. Veya Türk olup, Müslüman olmayabilirsiniz. İkisi birden, ama ayrı ayrı olabilirsiniz.  

Müslüman olabilirsiniz, Türk’te… Biri diğerine engel değil; milliyetinizle doğarsınız, bulunduğunuz toplumun dinini zamanla benimsersiniz. Aklınız kestiğine ve de düşünme yeteneğiniz geliştiğinde sorgulamaya da başlayabilirsiniz. Tahkik eder, kabul edersiniz veya aklınıza uymaz la-dini kalırsınız…

Bu gün 3 Mayıs…

Üzerinde fikir birliği oluşturulamayan, Milliyetçilik günü mü, Türkçülük günü mü, yoksa Türkçülük bayramı veya Türkçülük bayramı mı? Niyete göre değişir.

Benim için, “Türkçülük Bayramıdır…”

TÜRKÇÜLÜK BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN…