Masallar şöyle başlar; “bir varmış, bir yokmuş…”
Aslında “ne varmış, ne de yokmuş” diye başlasaydı daha iyi mi olurdu?
Yani, varla yok arasında bir yerdeyiz; biraz varız, biraz yok...
Dedem, daha çok babasından bahsederdi, ancak dedesini de anardı zaman zaman. Dedesinin kendisini nasıl sevdiğini anlattığı zamanlarda yaşı bir asra dayanmıştı… Gözlerinin nemlendiğini görür, üzülürdüm. Hala dedesini nasıl özlediğinden bahseden dedem, küçücük bir torun edasıyla, dede sevgisinden mahrumiyetinin hüznünü hissettirirdi…
Zaman dönüp-dolaştı, dedemin özlemiyle bakınırken çevreme, kendi çocuklarım girdi hayatıma… Babam ve annem torunlarını severken, ben hep dedemi düşledim.
“Sınırlı bir müddet içine hapsoluyor hayat” sonra mezar taşları serpiliyor üstüne… Önceleri sahipli, zamanla sahipsiz. Her şey eskirken mezar taşları da eskiyor, yok oluyor, mezar da…
Babamın kucağına erkek torunumu verirken; “senin neslini devam ettirecek adam baba” dediğimde 97 yaşındaki babamın yüzündeki sevinç ve gururu hiç unutmayacağım. Sanki o, torunumun vücuduna üflemişti ruhunu ve onda yaşayacaktı bundan sonra…
Ve zamanı geldi, her fani gibi göçüp gitti babam ve annem…
Sonuç: Bir masal içindeyiz, hayat çemberinin üzerinde, dönüp duruyoruz. Bir A noktasından B noktasına gidiyoruz her birimiz, devrediyoruz sonra gelenlere yerimizi, aslında yerlerini…
Hep aynı senaryo… Fark; zamanla-teknoloji ile alakalı, oyuncular değişiyor sadece.
Biraz toprak üzerimize ve toprağımızın üstüne birkaç taş…
Bir varmış bir yokmuş oluyoruz sonuçta…
Hiç ölmeyecek gibi dünyaya çalışanlara üzülüyorum…
Selam ve dua ile…