Kimileri şarap saklar mahzende yıllandırır,
Kimi mahzenler ki kitapların mekânıdır.
O kitaplar ki ışıltılı,
O kitaplar ki daha da yıllanmıştır en kadîm şaraplardan,
Karanlıklara elvedâ onlar varken!
Çocukluğumuzda ak saçlı, ak sakallı ihtiyarların yolda yürürlerken yerlerde sürünen kâğıt parçalarını yerden alarak yüksek bir yere koymalarını büyük bir şaşkınlık ve merakla seyreder ve buna bir anlam veremezdim. Böylesine buruşmuş; yırtık pırtık, sağda solda rüzgârla uçuşup duran bu gereksiz kâğıt parçaları onlar için neden böyle kıymetliydi diye kendime hep sorar dururdum.
Yıllar sonra anladım ki, şimdi hayatta olmayan bu erenler; bu Anadolu ârifleri; Mushaf-ı Şerif’e hürmeten, kâğıdı da bir başka mukaddesimiz olan ekmek gibi kutsîleştiriyor ve onları ayaklar altından kaldırarak lâyık oldukları mertebeye, yükseklere konduruyorlardı.
Kâğıdı kutsîleştiren bu terbiyenin ucu tâ kadîm zamanlara dayanıyordu. Batı, Orta Çağ karanlığının kan emici yarasalarını beslerken; Harezm, Herat, Fergana, Nişâbur, Semerkand, Buhâra, Taşkent,Horasan, Kâşgar; rengini sabahlara kadar loş ışığında kitapların okunduğu ve yazıldığı; kandillerin katran karası renginden alan siyah mürekkeplerin kalemle buluştuğu ve o kalemlerin sabırla, hevesle, îmanla beyaz kâğıtları yaladığı, aydınlıklara açılan pencerelerinden beyaz güvercinlerin uçuştuğu birer kültür merkezi hâline gelmişti.
Ve sonra anladım ki; kâğıt, uykuyu kendilerine haram eden bu çilekeş ilim dervişlerinin elinde yeniden can buldu; kâğıda ruh üflendi, kitâba can verildi; bütün gelecek zamanlara ve mekânlara hükmedecek olan bu bebek, ceylân derisi ile kundaklandı. Yanakları ebrûlarla süslenirken gümüşî kanatlarına altın zincirler tezhîp edildi.
Yükselme Devri medreselerinde bilgi ufuklarına yelken açan yorgun zihinlerin mâbetlerdeki dinmiş ruh ferahlığında, limana sığınan gemiler gibi kendilerini yüce yaratıcıya teslim etmeleri…
Kütüphâneler dolusu kitapları içine sindiren fikir işçilerinin kütüphânelerle ibâdethâneler arasında gelip gitmeleri…
Medreseleriyle ibâdethânelerini külliye hâlinde inşâ eden bir medeniyetin vârisi olan bizler bu kültürü ne kadar devam ettirebilmiştik?..
Kitaplarla Barışmak
Ben Yakmadım, Sâdece Yandım…
Üniversite öğrenciliğinin ilk senesiydi; yaz tatilinin başlamasına sayılı günler kalmış, öğle yemeği için fakülteden ayrılmıştı. Kampüs içerisinde bulunan öğrenci yurduna doğru yürüyordu. Yolunun az ilerisinde küçük bir kalabalığın toplandığını gördü. Ayakları, merakını yenebilmek ümidiyle hızlı bir şekilde onu kalabalığın bulunduğu yere doğru sürükledi. Karşılaştığı manzara ile tüyleri diken diken oldu. Yeni mezun öğrencilerden olduğunu öğrendiği bir kişi, fakültede okuduğu ders kitaplarını ve not tuttuğu defterlerini tepelemesine yığmış, elindeki kocaman bir sopayı hınçla sallayarak onları dövüyordu. Rüzgârda savrulan hazan yaprakları misâli elsiz ve dilsiz kitapların sayfaları sağa sola uçuşurken bu kişi, öfkeden kıpkırmızı kesilen avurtlarını şişire şişire kocaman sopasını kitaplara vuruyor, arada bir nefes almak için dinlenirken ağzından hırıltılarla karışık küfürler çıkıyordu. Yediği sopa darbelerinden ciltleri dağılan kitaplar, kanlı bir savaştan artakalan yaralılar gibi yerlerde can çekişiyordu.
Sürekli sopa sallamaktan nefes nefese kalan bu yeni üniversite mezunu, biraz durakladı; hâin insanlara has bir şekilde sırıtarak cebindeki kibrit kutusundan çıkardığı bir kibriti çakıp kitapları ateşe verdi. Yaprakları dağılmış kitaplar zahmetsizce tutuşmuş, kitap katili en son hamleyi gerçekleştirmişti. Etrafında ilk halkayı oluşturan arkadaşları onu alkışlayarak tezahüratta bulunuyorlardı. Kitap katili ise alevler yükseldikçe Romalı muzaffer bir kumandan edâsına bürünerek şişine şişine, elleri havada, arkadaşlarını selâmlıyordu... O, bu hazîn manzara karşısında donmuş kalmıştı; dudaklarını ısırıyor, bunun sadece bir kâbus olmasını temenni ediyordu. Başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Gözleri, göğe doğru yükselen alevlere daldı kaldı... Yanan kitaplar değil, sanki kendisiydi; içi yanıyordu. Yüreği Kerbelâ’ya dönmüştü… Karşıda kendilerini gözetleyen Palandöken Dağı'nın bütün karları eriyerek sel olup aksa, tutuşan elsiz ve dilsiz biçâre kitapların berâberinde içini de yakan ateşini söndüremezdi. Bir an boşlukta uçtuğunu hissetti; yere yığılmamak için bitkin bir hâlde yakınındaki bir ağaca dayandı. Yanı başından gittikçe uzaklaşan sesler anlamsızlaşmış, boşlukta yankılanan boğuk uğultular gibi kulağının içinde çınlıyordu. O şekilde ne kadar kaldı bilemedi. Yurt nizâmiyesinde bekçilik yapan Kâzım Ağabey’in dürtüklemesiyle kendisine gelmişti. Kâzım Ağabey, göğe yükselen dumanları görüp yangın var endişesiyle gelmiş, onun geldiğini uzaktan gören kitap katiliyle arkadaşları ve orada bulunan kalabalık ise çoktan sıvışmıştı. Kâzım Ağabey ona dönerek Erzurum ağzıyla: Ula, ha bunlari kim yakti? diye sordu. Kâzım Ağabey’in sorgucu bir polis şefi gibi şüpheyle bakan gözlerini iknâ edebilmek zordu. Simsiyah çatık kaşlar altındaki bu küçük gözleri yatıştırabilmek için fazla çaba sarf etmeden "Bilmiyorum, tanımıyorum ağabey." dedi. Ben yakmadım, sâdece yandım dedi, ben yandım!.. Bekçinin şüpheli bakışlarının yerini derin bir şaşkınlık kaplamıştı. Zonklayan beyni yeniden dudaklarını zorladı ve ağzından kısık bir sesle şu sözler döküldü: “Yer şâhit, gök şâhit; Palandöken Dağı şahit ve Allah şâhit, ben yakmadım, sâdece yandım!"
Kültür Soykırımı
Kitaplarla ilgili olarak ne zaman keyfimi kaçıran bir mevzû olsa aklıma yukarıdaki bu hikâye gelir. Kitap düşmanlığı, insanların genleriyle taşınan bir özellik midir diye hep sorar dururum...
Roma imparatoru Julius Caesar' istilâsı ve daha sonraları Bizans imparatoru Theodosius 'un emriyle İskenderiye Kütüphanesi'ndeki kitapların yakılması, bâzı târihî kaynaklarda birçok önemli zafere imzasını atması ve bilge bir kimliğe sahip oluşuyla tanıtılmasına rağmen, Moğol-(İlhanlı) hükümdârı Hülâgû Han'ın, Bağdat Kütüphânesi'ndeki kitapları Dicle nehrine attırması ve nehrin günlerce laciverdî-siyâh bir renkte akması, kitâp düşmanlığının tarihe geçmiş önemli olayları arasında yer almaktadır. Târihte bunlara benzer birçok olaya rastlamak mümkündür. Bununla birlikte çağdaş istilâcıların, zorbaların kitap düşmanlığı da dikkate değerdir. Sırpların 1992’de Saraybosna Millî Kütüphanesi'ne yangın bombalarıyla saldırarak orayı imha etmeleri; ABD’nin 2003'te işgâl esnasında; Irak Millî Kütüphânesi ve arşivini bombalarken kitapların ve belgelerin daha iyi yanmasını sağlamak amacıyla fosfor elementi kullanmaları, insanlığın hafızası olan kitapları yok ederek kasıtlı bir kültür soykırımı gerçekleştirmeleri bunların bariz misâlleridir.
İstilâcılar, ihtilâlciler, darbeciler – bu noktada farketmez- kendi iktidarlarını, inanç ve ideolojilerini hâkim-ebedî kılabilmek ve geçmişin bütün izlerini silmek için kitapları yok etmişler, yok etmeye muktedir olamadıkları zamanlarda ise tahrif etmişlerdir. Şâyet buna da muvaffak olamadılarsa sansür koymak, yasak getirmek gibi pratik çözüm yolları üretmişlerdir. 1980’de ülkemizde yaşanan 12 Eylül darbesinden hemen sonra birçok vatandaşın “başımız derde girer” endişesiyle sobalarda yaktığı, toprağa gömdüğü binlerce kitap, bu hüzünlü hikâyenin küçük bir parçasını teşkil etmektedir. -Sakıncalı(!) kitaplar bir yana- târihî değer taşıyan; Osmanlı Türkçesi ile yazılmış ve bir kısmı da el yazması olan bu kitapların Arapça zannedilerek güme gitmesi, kültür mirâsımızın kayıpları bakımından trajik bir hâdisedir.
Yazımızın girişindeki hikâyenin kahramanlarından olan ve “ kitap katili” diye adlandırdığımız kişinin gaflet ve cehâleti, tarihte yaşamış ve milyonlarca kitabın şuurlu bir şekilde kanına giren kitap katillerinin yaptıkları yanında çok hafif kalır. Muhtemelen fakülteyi bitirmek için çeşitli sıkıntılar çektiğini düşünen bu yeni mezun-eski üniversiteli meczup, çektiği sıkıntıların kendince intikamını alabilmek için hıncını kitaplardan çıkartıyordu. Bu kitapların dövülmesinde ve yakılmasında eğitim sistemimizin ve gençlere kitap sevgisini tattıramayan hâkim zihniyetin hiç mi suçu yoktu?..
Soğuk Yüzlü Kütüphânelerimiz
Kütüphâneler, bir zamânlar “okur yazar” lar tarafından insan rûhunu yücelten mâbetler olarak kabul edilmekteydi. Cemil Meriç'in ifâdesiyle bu mekânlar; “Tufandan kurtulmak isteyenler için bir gemi, bir ‘fildişi kule’ydi; ‘ulu’ların hepsi bu kulede yaşamıştı.” “Fildişi kule, davasız sanat meczuplarını barındıran bir miskinler tekkesiydi; her mücahit o tekkede silah kuşanırdı. Bir zindan değil, bir limandı.”
En azından bizden iki nesil evvelkiler, kütüphâneleri böyle görmüş olmalılar. Gelelim bizim öğrencilik dönemlerimize..
Ne zaman büyük bir şevkle kütüphâneye gitmeye kalkışsak, gittiğimize gideceğimize pişman olurduk. Suratları sirke satan çatık kaşlı bazı kütüphâne memurları ; “niye geldiniz sanki; rahatımızı bozdunuz” der gibi yüzümüze bakarlardı.
Üye olduğumuz hâlde ödünç kitap almak istediğimizde çok defa binlerce bahânenin belini büker, bize kitap vermemek için ellerinden geleni yaparlardı. Özellikle soğuk kış günlerinde gürül gürül yanan sobanın başında pinekleyen, mayışmış, bütün kasları gevşemiş, yarı uykulu bazı kütüphâne memurları, kaynayan çaydanlığın buharına karışan bir siluet hâlinde görünür; fersiz ve isteksiz gözlerle bizi defetmenin çeşitli yollarını ararlardı. Ya o hiç bitmeyen kitap sayımları?.. “Envanter çıkartıyoruz, bugün kütüphâne kapalı” cevabıyla geri çevrilişler... Her gün yeni bir ümitle gidişler ve eli boş dönüşler… Bütün ümitlerimizin sümen altı edilişleri… Evet, kapısından her içeriye girdiğimizde derin bir sessizliğin küf ve selüloz kokusuyla harmanlanarak kendisine esrârengiz bir çekicilik kazandırdığı bu kutsal mâbet, yaşadığımız sukut-ı hayâllerden sonra gözümüzde yavaş yavaş çehresi soğuk bir Roma tapınağı görüntüsünü andırmaya başlıyordu.
Kitap, Vicdanımıza Atılan İmza
Atalar sözü; “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.” der...
Yüzleri mahkeme duvarlarını andıran kimi kütüphâne memurları, sabırlı ve titiz ve bir çalışmayla bizi kütüphânelere küstürmüşlerdi ve çocuk rûhumuzdaki derin ıstırâptan kimselerin haberi olmamıştı; Allah'tan, evimize günlük bir gazete giriyordu ve babamın aldığı bazı kitaplar vardı. Orijinal bordo ciltleriyle evimizin kitaplığını süsleyen Hayat Târih Mecmuâlarında hangi isimler yoktu ki; Cemâl Kutay'lar, Yılmaz Öztuna'lar Şevket Rado'lar ve daha niceleri… Renkli ve bol resimli bu mecmûaları az mı karıştırmıştım: Balkan fâciası; Yunan ve Bulgar mezâlimi... Yâni Balkanlarda Türklere yapılan soykırımı anlatan yazılar ve yerde yatan parçalanmış soydaşlarımızın toplu ceset fotoğrafları… Çocukluk hafızalarımıza kazınmış bu resimler bizde daha sonraları kabına sığmayan millî bir vicdan uyanıklığının benliğimize ekilen ilk tohumları olacaktı. İlkokul 5. sınıfta öğretmenim, önüme matbû bir kitap listesi koyarak içlerinden birisini seçmemi istedi. Önümde bir sürü kitap ve yazar ismi vardı. Listede yan yana duran “Toprak ve Ana” kelimeleri bana yaratılışımızı çağrıştırdığından mıdır nedir; mıknatıs gibi beni kendisine çekti… Toprak ve Ana... Biri yaratılış mâcerâmızın, diğeri ise doğurganlığın adıydı. İkisi de yaratılışımızdan izler taşımıyor muydu? Hayâtın, üretkenliğin ve bereketin adı değil miydi? Dildeki kelimelere can vererek okuyucusunu cezbeden ve büyüleyen bir yazarla; Aytmatov ve onun “Toprak Ana”sı ile beni ilk defâ öğretmenim Muttalip Bey ve Varlık Yayınları tanıştırmıştı.
Derken… “Derken”ler hiç bitmez… Nihâyetinde, “Hâmil-i kart yakînimdir” referansıyla kütüphâneleri kendilerine ekmek kapısı hâline getirmiş bu asık suratlı kütüphâne memurları sâyesinde evimizdeki kitapların sayısı yavaş yavaş artmaya başlamış, harçlıklarımızın büyük bir kısmıyla devamlı kitap alabilmek için kardeşlerim ve arkadaşlarımla gizli bir rekabet ve yarışa bile girmiştik ve bu hızla da bir hayli kitabımız olmuştu...
Keşke şimdiki çocuklarımız ve gençlerimiz de çekim kuvveti yüksek medya tarafından balonlaştırılan melez popüler kültürün, Batı paganizminin izlerini taşıyan fantastik, erotik muhtevâya sâhip zehirli kitap ve filmlerin, şuuraltlarında yaratacağı tahribatın farkına vararak bunların yerine kendilerini rûhen ve ahlâken olgunlaştırabilecek eserleri tercih edebilselerdi... Bu sâyede, belki de TV ve gazete haberleri bugün onlarla ilgili felâket haberlerini yazmıyor olacaktı.
Engizisyon işkencelerinden çıkmışlar gibi kolu bacağı kopmuş kitapları az mı toplamıştım çöplerden… Hiç unutmuyorum; bir gün yolumun üzerinde karşıma çıkan bir çöp varilinin kenarına atılmış onlarca kitabı -beni takım elbiseli bir çöp toplayıcısı zannederler endişesiyle- utana sıkıla sağıma soluma bakarak suçlu insanlara has bir tavırla, tozuna pisliğine aldırmadan kucaklayışım, bir taksi çevirip onları alelacele arabaya yükleyişim, eve götürüşüm ve kitaplar arasında Rahmetli Tahsin Banguoğlu’nun “Türkçenin Grameri” isimli kitabını görünce âh Türkçem vah Türkçem, sana ettikleri yetmiyormuş gibi şimdi bir de seni yerlerde mi süründürüyorlar, şeklindeki sitem dolu söylenişlerim… Yine bir gün, çalıştığım okuldaki öğretmenler odası sobasının önüne yakılmak üzere bırakılan, Osmanlı Türkçesi ile yazılmış birkaç kitabı yanmaktan son anda kurtarışım ve o kitapları şuursuzca ıskartaya çıkartan memur ile münâkaşamız…
Öksüz, yetim ve sâhipsiz kalan kitapların, kadir kıymet bilmeyen ellerde hırpalanışı; tükeniş serüveni kim bilir daha ne kadar sürer bilinmez ama târih boyunca "bilgiyi, ilmi referans alıp" kitâbı takdîs eden anlayışla, düşman görüp onunla savaşan anlayış her devirde çatışacak gibi görünüyor.
Tâ ki bütün insanlık kitaplarla barışıncaya kadar...