Her nesil, yeni yetişen nesil için tenkitlerde ve şikayetlerde bulunur. Onların birçok eksiklerinden bahseder. Tarih boyunca da bu böyle olagelmiştir. Kendi çocukluk dönemleriyle bugünkü çocukları mukayese eder dururlar. Ama bir gerçek var ki, o hiç değişmez. Çile ve yokluk çeken, göç yaşayan nesiller; daha dayanıklı, dinamik, mücadeleci ve atak olmuşlardır. Rahatlık, her yaş grubu içinde bir beladır. İnsanı durağanlaştırır, pasif ve çekingen bir atmosfere sokar.
Bizim gibi altmışlı, yetmişli yaş grupları sıkıntı ve yokluk dönemlerini yaşayarak bugünlere geldiler. Tabi bu durum herkes için aynı olmayabilir. Ama bu nesil genelde böyle bir hayatı yaşayarak hayatlarını idame ettirdiler. O günlerin Türkiyesi’nin şartları da, ailelerin şartları da zaten o kadardı. Daha önceleri ise, daha da beter olduklarını anlattıklarından biliyoruz.
Bu son yirmi-otuz yıl içinse çok farklı bir gençlik dönemine şahit olduk ve olmaya da devam ediyoruz. Akvaryumda yetişen, bir başka deyişle altın kafeste yaşayan bir nesille karşı karşıyayız. Açlık nedir bilmiyorlar. Yedikleri önünde, yemedikleri yanlarında, gözleri doymuş, his ve duyarlılığı azalmış bir gençlik. Acıkmalarına bile fırsat vermiyoruz. Öyle çocuklar var ki, yemek yemeyi işkence görüyorlar. Anne baba başlarında yedirme ve içirme seanslarında…
Hiç susuz kalmadılar. Onun içinde susuzluğun ve suyun tadını bilmiyorlar. Suları yanlarından ve çantalarından hiç eksik olmuyor ki zaten. Üşüyecekler, hasta olacaklar diye tir tir titriyoruz ve üzerlerine kat kat elbise giydiriyoruz. Çocukların vücutları soğuğa karşı dirençli ve uyumlu olmadığı içinde hemen hasta olabiliyorlar.
Islanacakları zaman ise, şemsiye tepelerinde, yağmurluklar sırtlarında. Üç beş adım yere bile arabayla gidiyorlar. Birazcık koşsalar, terleseler sırtlarındaki teri nasıl alacağız diye, aileler neredeyse alarma geçiyorlar.
Yokluk bilmiyorlar. Her şeyi aldığımız için de, varlığın tadını alamıyorlar. Doyumsuzlaşıp beğenme duyguları da azalıyor. Evsizliğin ne demek olduğunu, savaş ve felaketlerin ne anlama geldiğini de idrak edemiyor ve hissedemiyorlar.
Acıma hissi, duygu hissi, yardımlaşma ve dayanışma hisside böyle ortamlarda maalesef çok sağlıklı gelişemiyor. Eğlenmek, rahat yaşamak, laf kaldıramamak onların dünyası oluyor. Karşılarındaki insanlar, onların arzu ve isteklerini yerine getirebildiği oranda bir anlam ve değer olabiliyor.
Telefon ve tabletlerden uzak kaldıklarında, dünyanın sonu geldiği hissine kapılıyorlar. Daha sonra da, üniversiteyi bitirseler bile, ürkek, korkak, özgüveni olmayan, medeni cesaretten uzak bir gençlikle baş başa kalıyoruz.
Ailelerimiz ise genellikle geçim derdinde. Okullarda ( eğitim-öğretim) maalesef arzu edilen yerde değil. Sonuç; problem gençlik…
Üniversiteyi bitiren gençlerimizin çok büyük çoğunluğu, dilekçe yazmayı bilmiyor. Orta, lise ve üniversiteyi bitiren, on yıl yabancı dil okuyan bir genç, 20-30 cümle kuramıyor. Memleketten gelen büyükleriyle veya akrabalarıyla bir odada bir saatten fazla kalıp onlarla sohbet edemiyor. Cep telefonu, bilgisayar ve kedi onlar için daha önemli. Zaten ailelerin çocuklara olan etkisi normalde yüzde otuz beşi geçmez. Geri kalan yüzde altmış beş ise; sokak, çevre, okul ve medyanın etkisindedir.
Çözüm; aileler eğitilmeli ve bilinçlendirilmeli. Çalıştaylar yapılmalı. Milli Eğitim, Yerel Yönetimler ve STK’lar bu alana çok samimi ve bilinçli bir şekilde eğilmeli, devlette eğitim ve öğretimdeki eksiklikleri ve yetersizlikleri acilen giderici tedbirler alıp, uygulamaya koymalıdır. Her alanda duygu eğitimine önem verilmeli. Kendi kültür ve değerlerimizi de günümüz şartlarını da göz önünde bulundurarak bu nesli sıhhatli bir yola sokmalıyız.
Dünyayı büyük oranda yöneten ve yönlendiren, o şer lobisi ‘’ 20 yıl sonra tüm dünya gençlerini tek tip yapacağım, hedefim budur’’ diyor. Bizde ona göre bir yol tutmalıyız.
Yoksa; köklü bir kültüre sahip bu milletin geleceği sıkıntılıdır. Bu böyle biline…