Nuri GÜRGÜR

Avukat

Bölge Politikalarımızda Gecikerek de Olsa Gerçeğe Dönülüyor

 

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Pazartesi günü Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyarete gidiyor. Bu ziyaret geçen aylarda art arda uygulamaya konulmak üzere plânlanan üst düzey siyasi temasların ilki olacak. Cumhurbaşkanı muhtemelen BAE’nden sonra Suudi Arabistan’a gidecek. Bu ay çıkmadan önce Rusya Devlet Başkanı Putin’in ve İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un ülkemize gelmeleri bekleniyor. Türkiye’nin son on yılda bölgede oluşan siyasi dengeleri etkileyebilecek başka bir hamlesi daha var; Azerbaycan ile mutabakat halinde bir süredir Ermenistan ile ilişkileri normalleştirmek amacıyla görüşmeler yürütülüyor. Erivan-İstanbul uçak seferleri geçen ay sessiz sedasız başlatıldı. Ermenistan Başbakanı Paşinyan, içerideki radikal muhaliflerinin, Fransa ve ABD’deki “tuzu kuru” diasporanın engelleme çabalarına rağmen Türkiye ve Azerbaycan ile Kremlin’in de bilgisi dahilinde anlaşma yapmakta kararlı görünüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BAE’nin ardından tarihi henüz kesinleşmemiş olan Suudi Arabistan ziyaretinin hazırlıkları yapılıyor. Bu arada Mısır ile diplomatik ilişkilerin önünü açmak amacıyla görüşmelerin yapıldığı, ancak Kahire’nin meseleyi oldukça ağırdan alması sebebiyle henüz somut adımlar atılamadığı biliniyor.

Bu üç Arap ülkesiyle ilişkilerimizin on bir yıldır donma noktasına gelmesinin başlıca sebebi, Ankara’nın Arap Baharı döneminde Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) örgütünün Mısır ve Suriye’de iktidara geçmek amacıyla yaptığı girişimleri desteklemesi ve bu tutumunu sonraki yıllarda da sürdürmesidir.

 İhvan 30’lu yıllarda bir öğretmen olan Hasan El Benna tarafından kuruldu. Uzun zaman siyasetin dışında kaldı; radikal İslâmcı, dini, iktisadi ve sosyal faaliyetlere, eğitime ağırlık vererek, tabanını genişletmeye çalıştı. Müslüman Kardeşler örgütü ilk olarak 1954 yılında Başkan Abdünnâsır’a düzenlenen bir suikast girişimiyle siyaset sahnesine çıktı. O tarihten sonra en fazla taraftara sahip olduğu Mısır’da Devlet ile sürekli çatışma halinde oldu.  Zaman zaman binlerce üyesinin tutuklanmasına, Seyyid Kutub gibi önde gelen bir ideoloğunun idam edilmesine rağmen varlığını sürdürdü. Değişik isimler altında yahut bağımsız olarak seçime katıldı. 2005 yılında “çözüm İslâm” sloganını kullanan Müslüman Kardeşler’in 88 üyesi, hükümetin bütün engelleme çabalarına rağmen seçilip Meclis’e girdi. MK’in siyasetteki en büyük başarısı  “Arap Baharı” rüzgarını da arkasına alarak 2012’de yapılan ve katılımın yüzde kırk gibi düşük kaldığı seçimlerde Mısır Devlet Başkanlığına çok az oy farkıyla da olsa Muhammed Mursi’nin seçilmesini sağlamasıdır. Fakat bu başarı kısa zamanda hem Muhammed Mursi hem de Müslüman Kardeşler için tam bir trajediye dönüştü. Çünkü başta BAE ve Suudi’ler olmak üzere Arap devletlerinin yönetimleri iktidarları açısından tehdit olarak gördükleri İhvan’a şiddetle karşıydılar. ABD ve İsrail de ilk günden itibaren Mursi’ye cephe aldı. Başkan Mursi dışarıdan gelen ağır baskılara direnmeye çalıştı; ancak içerideki muhalefeti demokrasi çıtasını yükselterek yumuşatmak yerine sert önlemlerle susturmaya kalktı. Mısır’da sadece askeri alanda değil ekonomik, sosyal ve ticari konularda da en organize güç olan orduda subayların çoğunun ve başlıca bürokratik kurumların MK‘e karşı olduğunu nedense görmedi. Çok geçmeden kendisinin işbaşına getirdiği General Sisi dış güçlerin desteğini de arkasına alarak darbe yaptı, Mursi’yi ve binlerce Müslüman Kardeşler mensubunu tutuklatıp yargılama süreci başlattı. Mursi’nin devrilmesine Türkiye’den başka tepki gösteren olmadı. Bir elin dört parmağıyla yapılan Rabia işareti uzun bir zaman iktidar partisinin toplantılarında slogan olarak kullanıldı. Mısır Cumhurbaşkanlığına seçilen Sisi’yi bütün dünya tanırken biz gayrimeşru ilan ettik, tanımadık. Belli bir süre Rabia meydanında toplanarak darbe karşıtı gösteriler yapan MK mensupları, güvenlik güçlerinin sert müdahaleleri karşısında sonuç alamayınca yer altına çekildiler. Bazıları Türkiye’ye gelip İstanbul’a yerleşti. Burada kurdukları yayın araçlarıyla internet üzerinden Sisi ve yönetim karşıtı yayınlara başladılar.

Suriye ve Mısır’da yaşanan gelişmeler, bunların bölge jeopolitiğine ve siyasi dengelere etkileri konusunda Türkiye’nin tavrı 2020 yılına kadar değişmedi. Arap Baharı’nın ortaya çıktığı 2011-12’deki çizgimizi ısrarla sürdürdük. Dış politikamız, Hamas ve İhvan’a destek olmayı dini bir vecibe gibi gören çevrelerin isteğiyle örtüşüyordu. Fakat 2020 yılında bu politikamızın genel bir değerlendirilmesi yapıldığında tablonun ülke çıkarlarıyla örtüşmediği açıkça görüldü. Katar’ın dışında Arap ülkelerinin tamamıyla ve İsrail ile ilişkilerimiz tıkanmıştı. Oysa aramızda MK ve Hamas dışında bu duruma yol açacak ciddi bir sorun yoktu.

İlişkilerimizin bu noktaya gelmesinden yararlanan Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi son yıllarda bulunan enerji yataklarıyla büyük önem kazanan Doğu Akdeniz’de bütün dengeleri değiştiren bir atak başlattı. Kıbrıs’ın çevresinde bulunan ve bulunma ihtimali çok yüksek olan doğalgaz ve petrolün çıkarılması, Avrupa’ya taşınması konusunda İsrail ve Mısır’ın yanı sıra ABD ve AB’nin uluslararası firmalarıyla anlaşmalar yaptı. Münhasır Ekonomik Saha ve Deniz Yetki Alanlarını Türkiye’yi Antalya Körfez’ine tıkayacak tarzda düzenlemeye kalkıştı. Enerji konsorsiyumu kurulurken Türkiye bu grubun dışında tutuldu. Oysa hem İsrail hem de Mısır için çıkarılacak gazı Avrupa’ya taşıyacak en uygun güzergâh Türkiye idi. Hatta birkaç yıl önce İsrail bu konuda işbirliği yapmak amacıyla Ankara nezdinde girişim başlatmıştı. Ama tamamen duygusal faktörlerle ayağımıza bağladığımız prangalardan dolayı hareket edemiyorduk. Üstelik bunların ne Filistin meselesine ne de İhvan’ın Mısır’daki pozisyonuna bir yararı olmamış, ilgili iki ülke yönetimi kendi belirledikleri politikaları bizim itirazlarımıza aldırmadan sürdürmüşlerdi.

BAE ve Suudilerle de benzer durum söz konusu. Enerji kaynaklarının geliriyle hesapsız para kazanan, parayı mabut haline getiren BAE’ni “Baş düşman” ve 15 Temmuz’daki menfur darbenin arkasındaki güç ilan ettik. Yunanistan fırsatı kaçırmadı. BAE ile bir dizi ekonomik, siyasi hatta askeri anlaşma yaptı. İki yıl kadar önce BAE ile kavgalı olmanın bize yararının olmadığını görerek temaslara başladık. Onlar Türkiye’nin 84 milyon nüfusunun, finansal potansiyelinin farkında olduklarından anlaşmaya dünden hazırdılar. Hiç uzatmadan ihtiyacımız olan 10 milyar krediyi (swap) verdiler. Veliaht Prens Muhammed geçen Kasım ayında Ankara’da ağırlandı. Yarın BAE’ne gidecek olan Cumhurbaşkanı Erdoğan esasları  belirlenmiş olan birçok anlaşmayı imzalayacak. BAE ile bu yakınlaşma Suudi’lerle, ardından Mısır ile buzların çözülmesinin yolunu açacaktır. Benzer bir gelişme Herzog’un ziyaretiyle birlikte İsrail ile yaşanacaktır. İsrail ile ilişkilerimizin düzelmesi ABD politikalarında etkisini bildiğimiz Yahudi lobisinin son dönemlerdeki olumsuz tavrını muhtemelen değiştirecektir.

Bütün bu gelişmelerin olması için on yıla yakın bir süre niye bekledik, on yıl öncesine göre değişen ne var? Bu süre zarfında Mavi Vatan konusundaki kayıplarımızın telafisi mümkün olacak mı? Şartlar beş on yıl önce çok daha lehimizde iken inisiyatifi Yunanistan ve Rumlara neden kaptırdık? Bunları tartışmanın artık bir yararı yok. Önemli olan hissi ve hamasi politikadan reel politik faktörlerin gereği olan rasyonel ve makul politikalara dönülmüş olmasıdır. Bunu yapmak cesaret işidir, dini çevrelerden bundan dolayı çok eleştirenler olacaktır. Ama Cumhurbaşkanı doğrusunu yapıyor; hâlâ gözlerini gerçeklere kapayarak Türkiye’yi çıkmaz sokaklara iletmek isteyenleri rüyalarıyla baş başa bırakarak bu çizginin sürdürülmesi gerekiyor.