Dünyanın büyüsünü bozma gayreti de yedeğine verilen bilim anlayışı, İlahî hakikate denk bir bilginin kazanılmasının mümkün olacağı öngörüsü ve isteği taşımış; bu görevi de matematiğe yüklemiştir. Aslında bu anlayış çok da yeni değildir. Daha 13. yüzyılda İngiliz Fransisken keşişi Roger Bacon, bu konuda önemli bir adım atmıştır. O’nun isteği, dünyaya ait olan objektif hakikatin, insan düşünüşü tarafından oluşturulmasında matematiğin temel bir metot olmasıdır. Kopernik’in Güneş Merkezli Modeli, Newton’un Çekim Kanunu ve Galileo’nun Dünya’nın döndüğünün ilanı, astrofizik alanında ciddi değişmelere ve yeni anlayışlara yol açmıştır. Böylece, yeni bir kozmoloji anlayışıyla dünya, kâinatın merkezi olmaktan çıkmış, diğer gezegenlerden biri haline gelmiştir. Kozmosla ilgili yaşanan bu anlayış değişikliğinde, küçük kâinat olarak görülen ve eşref-i mahlûkat olarak yüceltilen insan da nasibini almış; varlık âleminde insanın özel bir yerinin olmayacağı sonucuna varılmıştır. Böylece, insan sadece kutsallığından arınmamış, aynı zamanda modernliğin de nesnesi haline gelmiştir.
Bir anlamda, merkezinde yer aldığı dünya anlayışı elinden alınan insan, biyolojik evrim düşüncesiyle de kutlu atalarından edilmiştir. Böylece, biyolojik tarihi açısından da şerefli olma konumunu kaybetmiştir. Darwin’in Biyolojik Evrim anlayışı, daha sonra sosyal zemine taşınmıştır. Tabiatın insafsız bir rekabetle kendi ilerlemesini sağladığına dair inanç, güçlü olanın yaşama hakkına sahip olduğu ilkesine dönüşmesiyle sağlanmıştır. Böylece, sosyal sıfatına rağmen, bu zemin güç ilişkileri ve rekabet çerçevesinde ele alınmaya başlanmıştır. Bu anlayışta, önceki dönemde statükoyu desteklemek için Tanrıya müracaatın da payını unutmamak gerekir. Zira, bu pay otorite mücadelesine giren reformistlerin ateizme yönelmesine yol açmıştır. Statüko için Tanrı’ya müracaatın kullanılması, statükoya ve onun sahiplerine karşı verilen mücadele, Tanrının varlığına karşı birçok felsefi argümanın ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Söz konusu argümanlar, çeşitli ideolojik perspektiflerin içinde sergilenmiştir. Bu tavır, Tanrıya benzeme ve her şeyi kontrol etme inancı ve isteğine dönüşmüştür. “Her şey kontrol altında” ibaresinin sıkça kullanılması, belki de, bunun alışkanlığa dönüştüğünü göstermektedir. Bilinçaltının ferde etkisinin Freud tarafından vurgulanmasıyla da insan, iyice korunaksız kalmıştır. İnsan, içinden geldiği gibi yaşamazsa çeşitli sıkıntılarla bunalacaktır. Aksi davranması halinde ise, karanlık ve bilinmez bir bilinçaltının denetimine girecektir. Meseleye bu çerçeveden bakılırsa, insan bu kez, içinden neyin geleceği belli olmayan karanlık bir bölgeye atıfla, yeni bir fay hattına çekilmektedir. Aslında, çeşitli kırılma noktalarını ifade etmek üzere sıkça sunulan bu örnekler, bir taraftan da, insanın şerefli olduğu algısının, yok edilmesi değilse bile, ciddi hasar görmesini sağlamıştır. Bir dünya görüşü olduğunu savunsa da Freud, dinin görkemli yapısının izahı için, onun üstlendiği işlevlerin dikkate alınması gereğine işaret eder. Zira din, evrenin kökeni ve varoluşu hakkında bilgi verdiği gibi, hayatın iniş çıkışlarında nihai mutluluk vaat eder. İlaveten, tam bir otorite ile ortaya koyduğu kurallarla, insanların düşüncelerini ve eylemlerini de yönlendirir. Bu noktada, Freud, dinin işlevlerini bilimle karşılaştırarak yorumlar: Din, öncelikle, insanın bilgi ihtiyacını giderir ve bu yönüyle bilime rakip olur. İkinci olarak, hayatın tehlikeleri karşısında, insanın duyduğu korkuyu dindirir ve mutsuzluğuna teselli sunar ki, dinin etkili yanı burasıdır ve bilim, bu yönden, dinle boy ölçüşemez. Üçüncü olarak, din kurallar, yasaklar ve kısıtlamalar getirir ki, bilimin araştırmayla ve gerçekleri tespitle yetinmesinden dolayı, din ve bilim birbirinden uzaklaşır. Küreselleşme çerçevesinde, din konusunu mütalaa etmenin temel sebeplerinden birini de belki, Freud’un dinin üçüncü işlevi olarak sunduğu, bilim ve din ayrılığının oluşturduğu söylenebilir. Zira bilim olanı ilgi sahasına alırken; din, beşerilik ve insanilik bakımından meseleye yaklaşmakta, bu açıdan bilimden ayrılmaktadır. Günümüzde, dinin gündemi sıkça tayin eden konulardan olmasının sebeplerinden birinin de, bilime fazladan yüklenen görevlerle ilgili olduğu söylenebilir. Bunun sonucu, bizi ödül ve cezaya götürmekte, sağlanan ödül birilerince alınırken; maruz kalınan ceza bugüne taşınıp, umuma teşmil edilmektedir. Modern düşünceye zemin hazırlaması bakımından bilim, diğer bütün değişmelerin anası olarak kabul edilmiştir. Bir başka ayağı olan, Aydınlanmayla, düşüncenin laikleşmesi, her alanda ölçünün rasyonelleşmesi kastedilmiş; laiklik ise, din eleştirisi, en azından kurumlaşmış din eleştirisi olarak sunulmuştur. Böylece, gökten inmiş ve buna inanılan metinlerin, diğer eski metinler gibi, aynı ölçüt ve yöntemlerle incelenmesinin yolu açılmıştır. Newton’un başlattığı bilimsel devrimle, Tanrı tarafından yaratılan ve yönetilen bir tabiat tasavvurundan; kendi kendini düzenleyen ve kanunları determinizme tabi olan bir tabiat anlayışına geçilmiştir. Mekanik olarak düzenlenmiş, determinizme boyun eğen ve kanunlarının keşfedilmesi gereken bir evren anlayışı ortaya çıkmıştır. Artık, insanın tabiattan koptuğu dünya kitabı, okunmayı değil yazılmayı beklemeye başlamıştır. Aslında, Aydınlanma düşünürleri tarihe kendi amaçlarımız çerçevesinde şekil vermek için, akılcı bir şekilde kendimizi ve dünyayı anlamamız gerekir düşüncesinden hareket etmişlerdir. Dolayısıyla, geleceği denetlemek için, geçmişin alışkanlıklarından kurtulmak gerektiğine inanmışlardır. Ancak, zamanla geleceği denetim altına alma isteği geri teperek, belirsizliğin de kapılarını açmıştır. Bu belirsizlikte önemli bir yere sahip olan iklim değişiklikleri tabii bir fenomen değil, beşerin yaptığının bir sonucu, bir nevi geri beslemesidir. Aydınlanma ile başlayan, insanın, kendine karşı kendini azat etmesi ve tabiata karşı cephe alması -bugün miadı dolmuş kabul edilen, “ya/ya da” anlayışının, belki de tek kullanımı olacak- “yüzünden ya da sayesinde” nitelendirmesiyle, yaşanan değişmelerin motoru olan liberalizm büyük bir ivme kazanmıştır. Azat kılmanın sonuçlarından biri de şimdiden kaygı, gelecekten ise endişe duymak olmuştur. Bu süreç, risk kavram ve anlayışlarının gündemi meşgul etmesiyle sonuçlanmıştır. İnsanın kendisinin yarattığı riskler, dışarıdan gelenler kadar, hatta onlardan da tehlikeli olmaya başlamıştır. Küresel ekolojik riskler, ki kıyamet senaryolarının kaynağını oluşturuyor, nükleer tırmanma, dünya ekonomisinin çökmesi, hastalıklar, risklerden başlıcalarını oluşturmaktadır. Diğer taraftan risk, kendi belirlemek istediği geleceğini dine, geleneğe ve tabiatın azizliklerine bırakmak istemeyen değişime eğilimli bir toplumun dinamiğini oluşturmaktadır. Yukarıda bahsedilen, evren ve tabiat anlayışları çerçevesinde, kâbus senaryolarına dönüştürülüp, insanlığa yaşatılan kirlilik, kıtlık, nükleer silahlar, şimdilik Dünyayı değilse bile “Dünya idesini” parçalamıştır. Modernizmle değersizleştirilen geçmişe, şimdilerde değersizleştirilen geleceğin de ilavesi, kitlelere rağmen, insanın evrende yalnızlığını keşfetmesi gereğiyle sonuçlanmıştır. Bu durum, tekbenciliğin hormonlu haline, solipsizme yol açmış, en azından bunun başlangıcı olmuştur. Bahsedilenlerin getirdiği nokta ve ondan hareketle, modern çağda değişme ilkesinin peşinde koşulurken, ismi ve kendisi hakkında tartışmalara rağmen bu çağda, değişmez ilkenin arayışına da girilmesine yol açmıştır. Belki de, her şeyden önemlisi, insan anlayışının parçalanması veya aşağılayıcı ve sonu gelmez tartışmaların gündemine alınmasıdır. Elbette insan bir yönüyle topraktı ama başka bir yönü de vardı ve sanki, bunlar birbirine fazlaca hasret bırakıldı. Artık sıkça vurgulanmaya başlanan parçalanma konusunda, söylenen veya önleyeceğine inanılan bir şeylere kulak verilmesi, galiba değişmez ilke arayışlarının hem sebebini hem de gayesini oluşturmaktadır. Bir dönem, Tanrı’nın ölüm ilanıyla uğraşanlar, kendi meşruiyetlerini sağlamak maksadıyla, Doğa Anne’ye dönmek zorunda kalmışlardı. O’nunla girilen meşru olmayan ilişki ve reva görülen muamele, veda ediyor ya da elimizden kaçıp gidiyor endişesi hatta korkusunu yaşatmaktadır. Bu muamele sonunda, başına gelen veya kucağında bulduğu varlığın adı, çeşitli kullanımlarıyla risk olurken; Doğa da, belki yine eril bir tavırla, kız çocuklarının ismi olarak tercih edilmiş ve öyle kalmıştır. Doğanın azizliklerine tahammül edemeyen insan, geleneğe müracaat etmeden sorunları çözmenin yolunu ararken, kendi yarattığı risklerin azizliklerinden kar etmek için, Kafdağı’na ulaşmanın çaresini aramaktadır. Tanrılık iddiasına da belki bu yakışır, ama bu iddiada olmayan veya olamayanların ödemek zorunda kalacağı fatura da hayli yüklü görünmektedir.