Kral çıplak, ya da büyünün bozulması:
Küreselleşmenin göze ve kulağa en hoş gelen taraflarından birisi, Ebu Garib hapishanesinden, muhtemelen iç hesaplaşmalara dayalı olarak basına sızdırılan birkaç kare fotoğrafın, insanlara “kral çıplak” dedirtecek kadar etkili olmasına imkan sağlaması... Son üç asırdır ağır anlam kayması yaşayan Müslümanlar ve sağduyularını hala muhafaza etmeyi başarmış olan bazı Batılılar, belki de ilk defa böylesine derinlemesine dünyada ne olup bittiğini anlayabilmek için kafalarını zorlamaya başladılar.
Küreselleşmenin kontrol edilebilen boyutundan yararlanarak toplum mühendisliğine soyunan, dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda istedikleri gibi biçimlendirebileceklerini zannedenler de, özeleştiri yapacakları yerde, hem kendi kamuoylarını, hem de bütün dünyayı, yaptıklarının doğru olduğuna inandırabilmek için çaba sarf etmeye devam etmektedirler.
Batı uygarlığının geleceği ile ilgili birtakım kaygılar, öncelikle insanlığın geleceği hakkında kafa yoran bazı batılılar tarafından, yavaş yavaş dile getirilmeye başlanmıştır. Bir özeleştiri niteliği de taşıyan bu tür ifadeler, aynı zamanda Batı uygarlığının etki gücünün sürekliliğini sağlama gibi bir üst amaç da taşımaktadır. Leslie Lipson’ın şu sözleri bu doğrultuda anlaşılabilir: “1914’e kadar Batı’nın egemenliği, Avrupa;’nın egemenliği anlamına geliyordu. Fakat Avrupa bir kez kendinde açtığı yaralar yüzünden liderliğinden olunca, Atlantik kıyısındaki devletler diğer kıtalardaki kolonilerini denetim altında tutamaz oldu. Şişirilmiş imparatorlukları sönüp asıl boyutlarına dönünce, bu devletler, dünya sahnesinde başrol oynamayı sağlayan kaynakları yönetemez oldu. 1945’ten sonra onların yerini alan ABD, tam çeyrek yüzyıl boyunca liderlik görevini yerine getirdi (1945-1970). Dönüm noktası –zaten bundan sonra inişe geçişin işaretlere açıkça görülür hale geldi- Vietnam’daki savaştı. Amerika’nın çıkarlarının hiçbir biçimde tehlikede olmadığı düşünülürse, tamamiyle gereksiz bir çatışma. Politik sonuçlarıyla beraber sonraki askeri yenilgi, Peloponez savaşı sırasındaki Sicilya çıkartması Atinalılar için ne sonuç verdiyse, ABD için de o sonucu verdi. Her iki olayda da kendi yeteneklerinin sınırlarını öğrenen büyük bir gücün kendine güveni ağır bir darbe yedi”. (Leslie Lipson, Uygarlığın Ahlaki Bunalımları, çev. J. Ç. Yeşiltaş, İst. 2000, 291). Lipson, konunun ahlaki boyuna dikkat çekerek şöyle bir uyarıda bulunmaktadır: “Ahlaki bir devrim olmaksınız hiçbir uygarlık kalmayacaktır ve uygarlıkta ilerlemeler olmaksızın da insanlık diye bir şey kalmayacaktır”. (L. Lipson, aynı eser, 308). Lipson’ınkine benzer uyarı ve tespitlere Z. Brzezinski’de (Kontrolden Çıkmış Dünya, çev. H. Menemencioğlu, İst. 1996), Toynbee’de ve pek çok Batılı düşünürde rastlamak mümkündür. Bu tür çalışmaların son örneklerinden birisini Paul Krugman vermiştir. (Büyük Çözülme Yeni Yüzyılda Yolunu Kaybeden Amerika, çev. A. Özer, İst. 2004). Huntington’ın son kitabı “Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı” isimli eser de, Amerikan yönetiminin nereye doğru gittiğini anlama konusunda bize ışık tutacak niteliktedir. Artık Amerika aradığı düşmanı bulmakla kalmamıştır; “Müslüman düşmanlığı Amerikalıları kendi kimliklerini dinsel ve kültürel çerçevede tanımlamaya yönlendiriyor; tıpkı Soğuk Savaş’ın Amerikalıları kimliklerini politik ve ‘Amerikan Ruhu’ ilkeleri çerçevesinde tanımlamaya teşvik etmiş olması gibi”. (Samuel P. Huntington, Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, çev. A. Özer, İst. 2004, 358)
Artık büyü bozulmaya başlamıştır. Amerika, bir daha asla bulamayacağı bir şekilde “fırsatlar ve özgürlükler” ülkesi olma vasfını kaybetmiştir ve Batı uygarlığının demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi birtakım yüksek evrensel değerlerini fiilen tahrip etmeye başlamıştır. Amerika ile birlikte Avrupa da, kendilerini gıpta ile, gözü kamaşmış bir biçimde izleyen insanların gözünde hakettiği yeri tekrar bulmaya başlamıştır. İnsanlar, ya yaratıcılık vasfı kaybolmuş bir sevgi ve kör hayranlıkla; ya da gözü karartan kin ve nefretle gerçekleri göremez hale gelirler. Özellikle 17. asırdan itibaren uygarlık bilincini yitiren Müslümanlar, Batılılara ve Batı uygarlığına, daha çok bu iki zaviyeden bakmak durumunda kalmışlardır. Bazıları öfkeden, kin ve nefretten, bazıları da kör hayranlıktan Batı’da olup bitenleri doğru anlama ve değerlendirmeden uzak kalmışlardır. Bugün gelinen noktada, tarih bilgi ve bilinciyle, doğru bilgiden hareket ederek Batıyı ve Batı kültür ve uygarlığını doğru anlamak isteyen eğilimlerin gittikçe ivme kazanmaya başladığını söylemek mümkündür. Artık, Batılıların ve Batı uygarlığının gerçek yüzünü yeniden keşfetmenin zamanı gelmiş; hatta geçmektedir. Aslında, her ne kadar hafızası iyice zayıflamış olsa da, Türk toplumunun zihinsel arka planında “tek dişi kalmış canavar” imajının bütünüyle yok olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Ne var ki, Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün en belirgin özelliklerin birisi “Anti emperyalist olmak” iken, böylesi bir duyarlığın izlerini görebilmek için özel çaba sarf etmek gerekmektedir. Kur’an’la ve hadislerle temellendirilmeye çalışılan Dinlerarası diyalog, maalesef dinsel duyarlılıkları yok etmek gibi bir işlev görmeye başlamıştır. Sanıyorum, çözüm olarak sunulan “Ilımlı İslam”, anti emperyalist duyarlığını yitirmiş Müslüman yetiştirme projesi olarak da anlaşılabilir. Bizim yapmamız gereken, insanlığın geleceğinin, Batılıların insafına bırakılmayacak kadar önemli olduğu gerçeğinden hareketle, insanı insan yapan yüksek evrensel değerleri yeniden keşfetmek ve insanlığın geleceğinin karartılmaması için elimizden geleni yapmaktır. Bunun için de, yeni bir uygarlık üzerinde kafa yormanın zamanının geldiğini düşünüyoruz. İşimiz kolay değildir; fakat imkansız değildir. Çünkü, bir işi daha önce yapanlar, bir uygarlık yaratmanın tadını alanlar, bir kez daha yeni bir uygarlık yaratabilirler...
Niçin yeni bir uygarlık gereklidir?
*Batı uygarlığının başat değerleri yine Batılılar tarafından tahrip edilmektedir.
*Batı uygarlığının ürettiği güzelliklerin solup gitmesine göz yummak doğru değildir.
*Mevcut uygarlık, dünyayı barut fıçısına döndürmüştür; dünyanın yaşanılabilir bir yer olarak bizden sonraki nesillere bırakılması, bugün yaşayanların görevidir.
*İnsanlığın yeni bir bilim anlayışına ihtiyacı vardır.
*İnsanlığın daha insani bir teknolojiye ihtiyacı vardır; mevcut teknoloji, insanı esir etmeye başlamıştır.
*Mevcut bilim ve teknolojinin beraberinde gelen güç artışı, insanın hırsını ve açgözlülüğünü tetiklemektedir. Bu gücün bir şekilde kontrol edilmesi, insanlığın geleceği açısından bir zorunluluktur.
*İnsanlığın yeni bir insan anlayışına ihtiyacı vardır.
*İnsan, Tanrı ile tekrar barışmak zorundadır.
*İnsanın tabiat anlayışının değişmesi lazımdır. Her şeyi üretime, paraya dönüştürmek isteyen insanoğlu, bindiği dalı kestiğinin farkında değildir.
*İnsanoğlu, insanca yaşayabilmenin ortak paydasını kaybetmiştir. İnsanca yaşamayı mümkün kılacak yeni bir ortak paydaya ihtiyaç vardır.
*Batı uygarlığı ekonomik ömrünü doldurmuştur.
*Yeni bir uygarlık yaratılamazsa, insanoğlu, insan olma onurunu bütünüyle yitirecektir.
*İnsanoğlunun şimdiye kadar oluşturduğu birikim yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Modernite geleneği yıkmış; ancak alternatifini üretememiştir. Popüler kültür, insanların geçmişi sağlıklı bir şekilde değerlendirmelerini engellemektedir. İnsanların sağlıklı bir tarih bilincine ihtiyaçları vardır.
*Zenginlerle fakirler arasındaki uçurum gittikçe artmaktadır.
*San’at, bir tüketim aracı haline gelmiştir.
*Gelişmiş ülkeler, kendileri için tehdit olarak algıladıkları her şeyi yok etmeye çalışmaktadırlar.
*Batılılar, özeleştiri imkanını kaybetmişlerdir. Sahip olunan güçten kaynaklanan aşırı güven duygusu, bütün insanlığa zarar vermeye başlamıştır.
*Bütün insanlık, ileri düzeyde “varoluşsal engellenme” ile karşı karşıyadır. Dünyanın efendileri, kendi çıkarları doğrultusunda bir insan ve toplum yaratmaya çalışmaktadırlar.
*Batı uygarlığı, insanları “varoluşsal boşluk” (W. Frankl) içine sürüklemiştir.
*İnsanların “varoluşsal nihai kaygıları”(I. Yalom), gittikçe derinleşmektedir; ölüm korkusu artmaktadır; insanlar kendilerini daha yalnız hissetmektedirler; özgürlükler yok edilmektedir; hayatın anlamı konusundaki belirsizlikler insanları saldırganlığa, şiddet ve teröre, intiharlara zorlamaktadır.
*İnsanların “yaşam, güvenlik, ait olma ve şefkat, saygı ve özsaygı, kendini gerçekleştirme gibi temel gereksinimleri” (A. Maslow) sağlıklı bir şekilde karşılanmamaktadır.
*İnsan doğası tahrip edilmektedir. (Nükleer atıklar, kimyasal ilaçlar, hormonlu gıdalar...).
*Doğanın dengesi bozulmaktadır. (Küresel ısınma, çevre kirliliği, doğal kaynakların bilinçsizce tüketilmesi..).
*Batılı insanlar, kendi refahlarından ve çıkarlarından başka bir şey düşünmemektedirler. (Hümanizm göstermeliktir; yoksul ülkelere yardım, onlardan çaldıklarının yanında devede kulak gibi kalmaktadır).
*Adalet kavramının içeriği boşaltılmıştır.
*Batı uygarlığı zorba bir uygarlıktır; temelinde bugün üçüncü dünya ülkeleri olarak bilinen bölgelerin zenginliklerinin sömürülmesi yatar.
*Batı, bir süre daha teknolojik üstünlüğü elinde tutacaktır; teknoloji, aynı zamanda bir silahtır. Bu silahın geri tepmesi de imkan dahilindedir. Teknoloji konusunda fazla bir şey yapılabilecek gibi görünmemektedir; ancak, Bilim’in, insanlığın geleceği açısından Batı tekelinden kurtarılması, hiç de kolay olmamasına rağmen bir zorunluluktur.
*Batı uygarlığı, Hıristiyanlık damgası taşımasına rağmen, Tanrı’yı hayatın dışına itmiştir. Tarihsel tecrübe, insanın Tanrı’sız yapamadığını göstermektedir. Tanrı’yı unutan insan, ya tanrılık iddiasına kalkışır; ya da köleliği, ezilmişliği içselleştirerek, önüne çıkan her şey tanrılaştırma yoluna gider. İnsan, insan olabilmek için Tanrı’ya muhtaçtır. Tanrı’nın varlığı düşüncesi bile, insanın insan olma onurunu hissetmesi açısından yeterlidir.
*İnsanların insanca yaşayabilmeleri için gerekli olan ahlaki zemin kaybedilmiştir. Bütün insanlık için ortak payda görevi görecek, evrensel boyut taşıyan, insan fıtratına uygun yeni bir ahlak anlayışına ihtiyaç vardır.
Niçin Türkiye?
Batı Uygarlığı’nın, insanlığın tarihsel akışında ciddi anlamda katkı sayılabilecek birtakım kazanımları olmuştur. Başta bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler ve buna bağlı olarak ortaya çıkan bilimsel bilgi birikimi, iletişim imkanlarının artması, hayatın kolaylaştırılması olmak üzere pek çok alanda insanlığın gelişme çizgisi yukarılara çekilmiştir. Demokrasi, laiklik, hukukun üstünlüğü, kadın-erkek eşitliği, özgürlüklerin artması, küreselleşmenin şemsiye kavramlar konumuna taşıdığı yüksek evrensel değerlerdir. Bunlar, her ne kadar bugün Batılılar tarafından tahrip edilseler de, yeniden zenginleştirilerek insanlığın bundan sonraki geleceğinde etkin kılınması mümkün olan değerlerdir. Bu yüksek değerler, insanlığın ortak tarihsel tecrübesini de bünyesinde taşımaktadırlar. Bu sebepten, bunların Batılılar tarafından bütünüyle tahrip edilmesinin önüne geçilmesi gerekmektedir. Bugün Batı uygarlığını temsil ettiğine inananlar, küresel şiddet ve terörü kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak insanın “insan olma onuru”nu yok etmeye devam ederlerse, bu onuru yeniden diriltecek oluşumlar kendiliğinden ortaya çıkacaktır; çünkü hayat boşluk kabul etmez.
Türkiye, son üç asırdır, Batı kültür ve uygarlığı ile ciddi bir hesaplaşma içindedir. Bir yandan, tarih Türkiye’yi daha yukarıları çıkması konusunda zorlamaktadır. İnsanlığın doğal akışında etkin olan bir milletin, eli kolu bağlı gibi durmasını anlamak, bu durumu hazmetmesini beklemek pek mümkün değildir. Müslümanlar, 17. asırdan itibaren uygarlık bilincini yitirmişlerdir; fakat, bu uygarlığın kök hücreleri hala diridir ve uygun ortam beklemektedir. Türkiye, mevcut haliyle, Batı uygarlığının yüksek değerlerinin, İslam uygarlığının kök hücreleri ile buluşmasını sağlayan bir zemindedir.
Türkiye, dinle ilgili sorunlarının önemli bir kısmını çözüm aşamasına taşımayı başarmıştır. Türkiye'de din anlayışı ciddi olarak değişmektedir. Türk insanının "din"i tartışıyor olması küçümsenmemesi gereken bir olaydır. Bunun arkasından yeni bir uygarlığın geleceği yolundaki inancım günden güne kuvvetleniyor. Gustave Le Bon, bu konudaki düşüncelerimizin biraz daha netleşmesi için katkıda bulunabilir diye düşünüyoruz: "Dinsel inançlar ulusların yaşamında ve dolayısıyla da tarihinin daima en önemli unsuru oldular. Tarih olaylarının, en etkili sonuçları olan belli başlıları tanrıların doğumu ve ölümü olmuştur. Yeni bir dinsel fikir ile yeni bir uygarlık doğar. İnsanlığın bütün dönemlerinde, eski çağlarda olduğu gibi modern çağlarda da temel problemler her zaman dinsel sorunlar olmuşlardır. Eğer insanlık tanrılarını yitirseydi, böylesi bir olay sonuç olarak ilk uygarlıkların doğuşundan beri dünyamız üzerinde meydana gelmiş olayların en önemlisi olacaktı. Gerçekten de unutmamak gerekir ki tarihi çağların başlangıcından beri bütün siyasi ve sosyal kurumlar dini inançlar üzerine kurulmuşlar ve tarih sahnesinde daima tanrılar başrolü oynamışlardır." Gustave Le Bon, 120-121.
Batı kültürü ve Batı uygarlığının kendisinin dışındaki insanlarla ilişkisini anlamak, gerçekten çok da kolay değildir. Tam da burada, "Ezilenler özgürlüğe kavuşmaktan, ezenler ise ezme özgürlüğünü kaybetmekten korkarlar." Diyen Paulo Freira’yı hatırlamakta fayda vardır : (Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Dilek Hattatoğlu-Erol Özbek, Ist. 1995, 27). "Ezen ile ezilen arasındaki ilişkinin temel ögelerinden biri, kural belirlemedir (prescription). Her kural belirleyiş, bir insanın başka bir insana seçimini dayatması demektir; bu da belirlenen insanın bilincini, belirleyeninkiyle uyumlu bir biçime dönüştürür. Böylelikle ezilenlerin davranışı belirlenmiş davranıştır; ezenin ilkelerini izler." Paulo Frerira, 27. Daha açık bir ifadeyle, ezilenler, içlerinde ezenleri barındırırlar. Aslında onlara özenirler; ellerine geçen ilk fırsatta ezme yarışında efendilerini de geçerler.
"Baskının/ezmenin, ölümü yücelten ikileminde biçimlenmiş olan ezilenler, mücadeleleri aracılığıyla, hayatı vurgulayan bir insanlaşma yolunu bulmak zorundadırlar. Bu da sırf daha fazla yiyeceği olmaktan ibaret değildir (ama bu yanı mutlaka bulunmalıdır). Ezilenleri mahvetmiş olan şey zaten, durumlarının onları nesnelere indirgemiş olmasıdır. İnsanlıklarını yeniden kazanmak için, nesne olmaktan çıkıp insan olarak dövüşmelidirler. Bu radikal bir görevdir. Mücadeleye nesne olarak girip de sonradan insan haline gelemezler." Paulo Freira, 48. Bu tespit, Türkiye gerçeğini anlama konusunda bize gerçekten ışık tutacak nitelikte görünmektedir.
İnsanlığın yeni bir uygarlığa ihtiyacı olduğunda kuşku yoktur. Sorun bu uygarlığın dünyanın hangi bölgesinde filizleneceği ile ilgili olmalıdır. Biz, yeni bir uygarlığın beşiğinin Türkiye olacağını/olması gerektiğini düşünüyoruz.