Prof. Dr. Taner TATAR

Akademisyen

tatartaner@gmail.com

Kimin Papası - Kimin Soykırımı (2)

Bütün bu katliamlarda Hıristiyanlık da bir araç olarak kullanılmıştır. Resmî Hıristiyanlığın getirdiği istilâ, katliam ve yeni kölelik için manevî bahane vazifesi gören tanrı, kan dökücü bir puttu. Böyle bir Hıristiyanlık anlayışı, yüzyıllardan beri Yunanlılaşmış ve Romalılaşmış, kendilerinden başka kültürleri tanıyıp kabul etmeyi reddeden, yüzyıllardır skolâstik içinde fosilleşmiş, tamamıyla Batı’ya özgü olarak ortaya çıkmıştır. Katliamların baş aktörleri olan İspanyollar ise, 711 yılında Müslümanların kurtarıcı olarak İspanya’ya ayak basmalarından hemen sonra, Kilisenin öncülüğünde ülkeyi yeniden ele geçirme mücadelesi başlatmışlar, aşağı yukarı sekiz yüz yıl boyunca Hıristiyan âlemi denilince akla “kutsal savaş” gelir olmuştur. İki yüzyıldan beri Avrupa’nın diğer ülkelerinde artık kimse haçlı seferleri düzenlemeyi düşünmezken, İspanya XV. yüzyılın sonuna kadar kendi haçlı seferlerini sürdürmüş, bunun bir uzantısı olarak da 1492’de ayak bastıkları kıtanın İnka ve Aztek gibi medeniyetleri yok edilmiştir. Nitekim Kolomb, hükümdarına hitaben kaleme aldığı yazısında yerlileri öldürmek için izni din adına istiyordu: “...Umarım İsa Efendimiz, bunlar gibi kalabalık toplulukların dinimize döndürülmesi ve Kilise’ye kazandırılması için, aynı zamanda Baba’ya, Oğul’a ve Kutsal Ruh’a inanmak istemeyenlerin de yok edilmesi için Siz Yüce Efendimiz’in karar vermesine yardım eder....”. Ancak katliama maruz kalan bu insanlar, başlangıçta birer ilah gibi gördükleri bu insanların gerçek niyetini kısa zamanda anlamış, bu da katliamları daha da şiddetlendirmiştir. Nitekim ibret verici bir hadise olarak zikredecek olursak, 1511 yılında Hatuey adlı bir Kızılderili reisi Küba'da isyan hareketi oluşturma suçuyla tutuklanmış ve yakılarak idama mahkûm edilmişti. Onu bir direğe bağladıktan sonra, Hıristiyanlık dinine davet ettiler. Böylece kendisine, görkemli bir dünyanın ve ebedî istirahatın beklediği gökyüzüne gideceğine inanması aksi takdirde ise sonsuz acılar ve işkenceler çekeceği cehenneme gitmek zorunda kalacağı söylendi. Hatuey, biraz düşündükten sonra, Hıristiyanların gökyüzüne gidip gitmediklerini sordu. Evet, cevabını alınca da, böylesine vahşi insanlarla beraber olmamak, onları görmemek için cennete değil, cehenneme gitmeyi tercih ettiğini belirtti. Yine bu hususta, başlangıçta göğü delip gelen adam manasında “papalagi” diyerek kutsiyet atfettikleri beyaz adamı, kendi evinde de gördükten sonra kabilesine dönüp uyarılarda bulunan, Güneydenizi şefi Tiavea’lı Tuivaii’nin söyledikleri oldukça önemlidir: “Hıristiyan der Papalagi kendine. Güzel bir türkü gibidir bu sözcük. ... Hıristiyan olmak: Önce Yüce Tanrı’yı ve kardeşlerini, en son kendini sevmek demektir. Sevgi –iyi olanı yapmak- kanımız gibi içimizde, başımız, ellerimiz gibi bizimle bir bütün olmalıdır. Papalagi ise, Hıristiyan, Tanrı, sevgi sözcüklerini yalnızca ağzında taşır. Diliyle bunlara vurdu mu, dünyanın gürültüsünü koparır. Ama yüreği, sevgisi Tanrı’nın önünde eğilmez, yalnızca nesnelerin, yuvarlak metal ve ağır kâğıdın, zevk düşüncesinin ve makinenin önünde eğilir. İçi zamana karşı vahşi bir hırs ve mesleğinin çılgınlığıyla kaplıdır. ...Papalagi’nin bize getirdiği Katoliklik, onun için bir takas nesnesinden başka bir şey değildir. Papalagi’den her şeyi beklerim ben, çünkü onun yüreğinde alabildiğine pislik, alabildiğine günah olduğunu gördüm. O Papalagi ki bize vahşi der, yani bedeninde yürek değil de hayvan dişi taşıyan demeye gelir bu, işte Tanrı, bu Papalagi’den daha çok sever bizi”. Kızılderili’yi vahşi olarak düşünen “yok edici” ise böyle bir kapının varlığına tahammül edemedi, en nihayet tahammülsüzlük anlama ihtimalini de yok etti. Yok edicilik ise ortaya tasviri zor katliamlar serisi çıkarttı. Hayat “Elm Sokağı kâbusu”na dönüştü. Katliamın boyutlarını rakamlara bakarak anlamak mümkündür. Avrupa’nın toplam nüfusunun aşağı yukarı elli milyon, Fransa’nın on iki milyon, İspanya ve İtalya’nın dokuz milyon, İngiltere’nin dört milyon olduğu bir dönemde, 1500’den 1650’ye, Meksika’nın yerli nüfusunu yirmi beş milyondan bir milyona, yeni kıtanın yerli nüfusunu seksen milyondan on milyona indirilerek, yüz elli yılda insanlığın hemen hemen beşte biri yok edilmiştir. Bir başka rakama göre 54 milyon insanın yaşadığı kıtada 1860’lara gelindiğinde ancak 340 000, 1910’da ise 220 000 yerli kalmıştı. Bu rakamları gözden geçiren Pierre Clastres ise yok edilenlerin, insanlığın dörtte birine tekabül ettiğine dair görüşleri doğru bulmaktadır. Hangi oran doğru olursa olsun, rakamların dili felaketin şiddetini ortaya koymak için yeterlidir. Felaketin şiddetini ortaya çıkaran anlayış, sonraki nesillere de intikal eden bir atasözü olarak General Sheridan tarafından “En iyi Kızılderili ölü Kızılderili’dir” sözüyle zaten ifade edilmişti. Ama bu insanların öldürülme tarzları da, canlı şahidinin (Bartolome Dé Las Casas ) anlatabildikleri kadarıyla bile, en az rakamlar kadar dehşet vericidir: “Atlarını, kılıçlarını ve mızraklarını alan Hıristiyanlar, yerli Amerikalıların daha önce hiç görmediği eylemlere başladılar: Katliam ve kan dökme! Köylere giriyor, çoluk çocuk, yaşlı, hamile veya loğusa (kadın) demeden, ağıllarına sığınmış kuzulara saldırır gibi, karınlarını deşiyor, parçalara ayırıyorlardı. Kimin tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek mızrak atışıyla başını keseceği, ya da bağırsaklarını ortaya dökeceği üzerine bahse giriyorlardı. Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından tutup başlarını kayalara çarpıyorlardı. Bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da gülerek şakalaşıyorlardı…Çocuklarla annelerini ve önlerine çıkan herkesi kılıçtan geçiriyorlardı. İsa peygamberimizi ve 12 havariyi kutsamak ve saygılarını iletmek için uzun darağaçları kuruyorlardı. Ayakları neredeyse yere değecek şekilde, 13 kişilik gruplar halinde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı. … Beyleri ve soyluları öldürme şekilleri de aynıydı. Önce direkler üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlardı. Sonra, onları ızgaraya bağlıyor, altlarına da hafif bir ateş yakıyorlardı. Yerliler bu korkunç işkenceler altında, çığlıklar atarak can veriyorlardı…”Bütün bu katliamları ne yaptığını bilmeyen insanların vahşi saldırıları ile açıklamak mümkün görülmemektedir. Çünkü soykırım yüzyıllar boyu sürmüş ve gün geçtikçe daha da sistemli hale gelmiştir. Soykırımın Papaları ise olup bitenlere seyirci kalmak bir tarafa dinen cevaz vermiş, soykırımı meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Günümüzde de Batı dünyası soykırıma İslâm dünyasını hedef alarak devam etmektedir. Ne yazık ki bugünün soykırımcı papası dünyanın gözü önünde gerçekleşen vahşetin üstünü örtmek için yüz yıl öncesine dayanan tarihi iftiraya müracaat etmektedir. Türk milletinin soykırım yapmadığı bilim adamları tarafından delilleriyle şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde ispatlanmış olmasına rağmen, Türkiye’deki bazı yöneticilerin özür dilemek gibi bir gafletleri Papa’ya cesaret vermiştir. Ermeni olmadıkları halde “Hepimiz Ermeniyiz” çığlıkları ile sokakları arşınlayanlara ve yazılarıyla onlara destek veren sözde aydınlara, ektikleri nifak ve nefret tohumlarının yeşermesi için Batıla saplanmış dünyanın destekleri aşikârdır. Aslını inkâr edenler her zaman olacaktır, lakin devletin geleceğinden sorumlu olanların sorunlu beyanatları telafisi çok zor olan sonuçlar doğurmaktadır. Soykırım gibi yüz kızartıcı bir suçu asla işlememiş bir ecdadın torunu olarak, geçmişimize hakaret etmeye ve hakaret edenlerden de özür dilemeye kimsenin hakkı yoktur, haddi de değildir. Unutulmamalıdır ki haksız yere söylenmiş kem sözler aynadaki yansımadan ibarettir. İadesi ise bu satırları yazan için bir haktır. Hakkım, Papa’ya değil Hakk’a tapmamdan dolayıdır.