Tarihi roman yazmak kolay değildir. Bir yandan seçilen konuyla ilgili olayları, bunların yaşandığı siyasal, sosyal, ekonomik ve ideolojik ortamı, şahısları ve mekânı aslına uygun olarak yansıtmak, diğer yandan bunlar romanın anlamına, tekniğine uyar tarzda anlatılırken okuyucunun merakını, ilgisini canlı tutacak bir üslubun olması gerekir. Yazarın bunlara uygun edebi bir metin hazırlayabilmesi, doğrudan kendi muhayyilesini, kanaatlerini, hükümlerini kullanma becerisine bağlıdır.
KIVILCIM
Türk milliyetçilerinin ve milliyetçi fikirlerin, geçen yüzyılın başından bu yana yaşadığımız tarihimizin seyrini değiştiren büyük siyasal ve sosyal olaylar içerisindeki yerini, etkilerini konu alan yeterli sayıda romanın yazılmamış olması ciddi bir eksikliktir. Günümüze dair doğru hükümler verebilmek, çözüm yolları bulabilmek için öncelikle düne ait olaylarının doğru bilinmesi ve değerlendirilmesi gerekir. Bu sadece doğrudan tarihi konularda yazılanlarla sağlanamaz. Özellikle genç nesillerde tarih bilinci ve sevgisi oluşturmanın en etkili yolu, tarihe mal olmuş olayları ve kahramanlarını, roman, hikaye ve şiir gibi edebi vasıtalarla, sinema ve TV. lerde gösterilen filmlerle anlatmaktır. Bunun en güzel örneği Nihal Atsız’ın ölümsüz eseri “Bozkurtlar” ( ölümü ve dirilişi) romanıdır. İlk yayımlandığı dönemden bugüne kadar 80 yıldır binlerce genç bu romanın etkisiyle Türk milliyetçisi oldu, insanlar çocuklarına başta Kür Şad olmak üzere, romandaki kahramanların adını koydular.
Son bir ay zarfında yakın tarihimizin üç önemli dönüm noktasının anlatıldığı romanların yayımlanması sevindirici bir gelişmedir. Burada hepsini zikretme imkânımız olmadığından bunlardan üçünü belirtmekle yetineceğim.
Geçen yılın başında Türk Ocakları’nın kurulmasında Askeri Tıbbiye öğrencilerinin rolünün anlatıldığı Metin Savaş’ın "Kıvılcım” isimli romanı Ötüken yayınları arasında okuyucuya sunuldu. Metin Savaş günümüz Türk roman ve hikayeciliğinin önde gelen isimlerinden birisidir. Kendine mahsus anlatım tekniğiyle, konusunun felsefi ve psikolojik yönlerini irdeleyen, okuyucusunu düşünmeye yönlendiren tarzıyla temayüz ediyor. Bazıları Ötüken Yayınevi tarafından basılan Efendi Dayının Kozalakları, Yeşil Çeşme, Zemheri Kuyusu, Melengicin Gölgesinde, Kargalar Derneği, Erlik gibi çok sayıda romanı var. Bunlar çeşitli kuruluşlardan ödüle layık görülüp taltif edildiler.
Metin Savaş Kıvılcım'ı yazarken Türk milliyetçiliğinin fikri ve tarih alanından siyasal ve toplumsal alanlara, sivil toplum kuruluşlarına intikal ettiği, Devleti Aliyye’nin yaşama kabiliyetini hızla kaybetmeye başladığı dönemle ilgili geniş bir araştırma yapmış; dönemin ön plândaki fikir ve düşünce insanlarını bütün yönleriyle etraflı şekilde incelemiş. Türk Ocağı’nın kurulmasında rolü olan dönemin milliyetçi isimlerini satırları arasına son derece ustalıkla yerleştirirken yazdığının sonuçta tarih kitabı değil roman olduğunun bilinci içerisinde üslubunu özenle korumuş. Aynı şeyi “çılgın ruhlu" dediği Tıbbiyeli öğrencilerin Karacaahmet Mezarlığı’nda başlattığı girişimlerini anlatırken de yapıyor; birçoğu gerçekte var olmasalar da, eserin kahramanlarının tarihi olaylarla birebir örtüşen kişisel hikayeleri üzerinden dönemi her yönüyle ustaca ortaya koyuyor; olaylar, şahıslar ve tarihi olgular arasında uyumlu bir bütünlük kurmayı başarıyor. Ancak romanın hacmi sınırlı olduğundan Cihan Savaşı‘nın ilk yıllarına gelmekle yetiniyor.
Metin Savaş böyle yaparak bir bakıma okuyucusuna söz vermiş oluyor. Millî Mücadele ortamını, Kuvay-ı Milliye’nin teşkilini, çoğu Türk Ocağı’ndan feyz alan genç yedek subayların Türk tarihinin üç asırlık akışını tersine çeviren Sakarya Savaşı’ndaki rolünün de anlatıldığı Kıvılcım’ın sönmeyen bir ateş olarak parlayışının anlatıldığı yeni romanını okumayı diliyorum
ASİ’NİN ÇOCUKLARI
Emine Özgenç‘in “Asi’nin Çocukları“ romanı Millî Mücadele döneminde Hatay ve Asi nehri çevresinde geniş bir alanda esaret altına girmemekte kararlı olan, kadınıyla erkeğiyle bölge insanlarının direnişi anlatıyor. Romanda, İstilacılara ilk kurşunun Dörtyol’dan atılmasının rastlantı olmadığı, bunun millî ve psikolojik zeminin bulunduğunu görebiliyoruz.
Emine Özgenç’in hayatında, 12 Eylül darbesi üzerine başlayan çileli bir dönem var. 12 Eylül darbesinin daha ilk günlerinde eşi Şahan Özgenç ülkücü hareketin içerisinde olduğundan peşinen suçlu sayılıp tutuklanıyor. Henüz öğretmenliğe yeni başlamış bulunan Emine Özgenç, karşılaştığı baskılar üzerine istifa etmek zorunda kalıyor. Hukuktan ve insanlıktan nasibi olmayan darbecilerin ülkücülere yönelik zalimane uygulamalarını bizzat yaşamak durumunda kalıyor ama eşiyle birlikte suçsuz olduklarını bilmenin verdiği güçle yıkılmayıp ayakta kalıyorlar. Şartlar bir süre sonra normalleşince, bir taraftan Türkçe öğretmenliğine devam ederken, gördüklerini yazmaya karar veriyor. Öldüren İşkence, 12 Eylül 12’den vurdu, PKK Kampında Bir Ülkücü ilk eserleri. Daha sonra yakın tarihimize ağırlık veriyor. İlk olarak doğup büyüdüğü Trabzon, Giresun ve Ordu bölgesinde 1916-17 yıllarındaki Rus istilası sırasında yaşananların anlatıldığı Eynesi Ana romanını yazıyor.
Emine Özgenç evvela seçtiği konuyla ilgili geniş bir mekân araştırması yapıyor, insanları dinliyor, yazılanları titizlikle okuyor; böylece gerçekleri yansıtan bir tablo ortaya çıkıyor. Romanına adını koyduğu Eynesi Ana, ümmi olmakla beraber, insanımızın tarih içerisinde yaşayarak tevarüs ettiği temel değerlerimizi, medeniyetimizin mayası olan Anadolu irfanını temsil ediyor. Bir yandan Rusların baskılarıyla, diğer yandan açlık ve yoksullukla mücadele eden ailesini anaç bir kuş gibi koruyarak ayakta kalmayı başaran Eynesi Ana’nın yaptıkları bir bakıma Millî Mücadele’nin nasıl ve hangi şartlarda yapıldığını ortaya koyuyor.
Emine Özgenç son romanını anlatırken şöyle diyor: “Asi’nin Çocukları’nda 1918’den 1938’e kadar Hatay’ın Fransız işgalinde kaldığı yirmi yıllık süre zarfında Hatay’lı vatanseverlerin kurtuluş ve hürriyet için verdiği olağanüstü mücadele ve sabrı konu olarak aldım." Romandaki Müderris baba tipi halkımızda her zaman var olan, bilge kişiliğiyle insanları doğruya, makule yönlendiren arifanı temsil ediyor. Gerçekte var olmasalar da, romanın iki baş kahramanı Aybars ve Elif’in anlatıldığı heyecan ve duygu yüklü bölümler okuyucunun merak ve ilgiyle okumasını sağlıyor.
KUYU
İki değerli yazarın devletimizin yıkılış ve diriliş dönemlerini konu alan romanlarının yanı sıra, Adnan İslamoğulları, geçen yıl Ötüken yayınları arasında çıkan KUYU romanında, daha yakın bir dönemi, 12 Eylül darbesine doğru ülkemizde yaşananları anlatırken konuya değişik bir açıdan bakıyor. Anarşinin neden önlenmediğini, darbenin adeta kaçınılmaz bir mecburiyet haline getirilmesini sorguluyor. İslamoğulları’nın parmak bastığı gibi 12 Eylül’ün hâlâ aydınlanmamış olan tarafları var. Her gün ortalama yirmiden fazla çoğu genç hayatını kaybederken, faillerinin çoğunun bulunmaması beceriksizlikten ibaretse, darbenin açıklanmasıyla birlikte bu anarşinin bir anda duruvermesinin hikmeti nedir, bilmiyoruz. Ülkeye her cinsten onca silahı kimler, nasıl soktu? Bu konuya Gün Sazak’ın dışında hiçbir yetkilinin ciddiyetle eğilmemesinin sebebi nedir? Perinçek’in uzun yıllar baş yardımcılığını yapan Gün Zileli hatıratında, MİT’te görevli bir albaydan sivil ve asker vatansever aydınlarla ilgili bilgi aldıklarını açıkladı. Nitekim Aydınlık gazetesinin ilk sayfasından duyurulan bu isimlerin, bir süre sonra komünist militanlar tarafından şehit edildiğini herkes biliyor; bilgileri ileten kaynak bir kişiden ibaret miydi, millî nitelikteki kurum bu konunun gereği olacak çapta bir soruşturma yaptı mı, hıyanetin hesabı soruldu mu? Türkiye’de darbe yapılmasının şartlarını hazırlayanlar kimlerdi, bunların kurumsal ilişkilerinin mahiyeti neydi? Şu ana kadar darbenin sadece görünen yüzünün bilindiğini Adnan İslamoğulları’nın anlatımında net olarak anlıyoruz.
Kuyu’da ülkücü Yusuf Sancaktar’ın her şeyi göze alarak, canını ortaya koyarak, millî bekamız adına kendisinden istenileni gözünü bile kırpmadan kabul etmesi aslında pek çok ülkücünün o dönemdeki ortak dramıdır. Meseleye söz konusu olan Türkiye ve Türk milleti ise diğer şeyler teferruattır diye bakılınca acılar yaşanması kaçınılmaz hale geliyor. Kuyu’da devletin en önemli sivil ve askeri istihbarat kurumları arasındaki koordinasyon eksikliği somut şekilde ortaya konuluyor; hedefler arasında farklılıkların, rekabet çekişmenin olduğu gösteriliyor. Adnan İslamoğulları bu sonuçlara şahsi kanaati olarak değil, bazılarına kendisinin bizzat yaşadıklarıyla, bazılarına yaşayanlardan dinledikleriyle ulaşıyor. Roman son derece akıcı bir üslupla yazıldığından başından sonuna kadar, nasıl sonuçlanacağı bilinmeden merakla okunuyor. Anarşinin giderek tırmandığı dönemde, her şeye rağmen devlete “fenafi devlet” anlayışıyla bağlı olan Mehmet Selim efendi gibi yetkileri olmasa bile “umuru devlet” şahsiyetler de bulunuyor.
Adnan İslamoğlu en büyük sürprizi bitiş kısmında yapıyor. Romanın baş kahramanı, solcu bir militan olarak aranan ülkücü Yusuf Sancaktar’ın ne olacağı, “kuyudan” çıkıp çıkamayacağı belirsiz bırakılarak birinci cilt tamamlanıyor. Bu durumda yazarın çok gecikmeden romanın devamını, ikinci cildi okuyucuya sunmasını bekliyoruz.