Türkçe problemli bir dil. Göktürkler dönemindeki Orhun Kitâbeleri’nde, Karahanlılar dönemindeki Dîvânu Lugati’t-Türk’de, Kutadgu Bilig’de, Atebetü’l-Hakayık’ta hiçbir problem yoktu.
Selçuklular (1040-1308) dönemindeki yaşanan Türkçe üzerinde Farsçanın ağır baskısını Ali Şîr Nevâî (1441-1501) ‘Muhakemet’ül-Lugateyn’ isimli eseriyle bertaraf etmeye çalıştı ise de Osmanlı döneminde; edebiyatta Farsçaya İslâmî ilimlerde Arapçaya îtibar edilmesi, Türkçeyi ikinci plana düşürdü. Sâdece konuşma dili olarak kalmaya mahkûm edildi.
Farsça, Arapça ve Türkçenin karışımı, melez bir dil olan Osmanlıcanın imlâsı, değişmeyen kaideleri yoktu. Esreleri ve ötreleri kullanan da vardı, kullanmayan da… Bu sebeple özel isimler bile farklı okunuyordu.
Cumhuriyetle birlikte Türkçe ön plana çıktı. Fakat Osmanlıcadaki kaidesizlik Türkçeye yansıdı. Dil uzmanı olmayan, dilci geçinen bir kısım insanlar, Atatürk’ü yanılttılar. Avusturya’dan gelen Kivergiç isimli bir adamı baş tâcı ettiler. Atatürk durumu anlayınca iş işten geçmişti. Şimdi bizler, Osmanlıcadan yansıyanların, dilci geçinenlerin yaptığı yanlışların ve yanılmaların çilesini çekiyoruz. Kimileri beğendiği yazarın / yazarların tercih ettiği kaideleri benimsiyor, kimileri de kendilerine göre kelime ve kaide uyduruyor. Batıcılar, bağımlısı oldukları batıdan kelime alıp dilimize yerleştiriyorlar, câhil özentisi ile bu kelimeler kullanıma, dolaşıma giriyor.
Türk Dil Kurumu (TDK) tahribatı önlemekte yetersiz kalıyor.
TDK’nun kuruluş kanununda belirlenen vazifesi: Türkçeyi yabancı kelimelerin istilâsından korumak, Türkçeyi, Türk dil bilgisi kaidelerine aykırı olarak türetilen kelimelerden arındırmak… gibi hususlardır. Türkçenin bu problemlerine çözüm bulunamadı, bulunamaz da. Niçin sorusunun cevabı için kitap hacminde yazı yazmak gerekir.