İnsanlar, doğru veya yanlış, herhangi bir veya pek çok sebebe dayanarak aşı olmak istemiyor olabilirler. Kimsenin bir diyeceği olamaz. Fakat makaleler, kitaplar yazarak mümkün olduğunca çok kişi etkilemek maksadıyla büyük bir mücâdelenin önderliğini üstlenecek şekilde hareket etmeleri, kabul edilebilir bir davranış değildir. Aşı olanlar ve çevresindeki insanların da olmasında fayda görenlerin sessizliği, aleyhtarları daha çok çalışmaya yönlendiriyor.
Bir tarafta sessiz çoğunluk, diğer tarafta çığırtkan azınlık… Türkiye’mizde çokça görülen hazin bir tecelli…
Aşı aleyhtarlarına akl-ı selim niyaz ediyorum. Onların tesiriyle tereddüt içerisinde olanlar da bulunmaktadır. Aşağıdaki satırlar, onlar için yazılmıştır. İyi okumalar efendim!
Koronaya yakalanmasından endişe edilen sağlık çalışanı Pembegül ile yakın çalışma arkadaşları ayrı odalarda tutulmaya başlandılar. Pembegül’ün korona testinin pozitif çıktığı söylendi. Onu özel bir odaya aldılar. Oda içinde zaman öldürüyordu. Ona okuması için birkaç roman verdiler. Televizyon sürekli açıktı. Yoğun bakımda çalışmış biri olarak hiç sıkıldığı olmamıştı. Şimdi yalnız başına ikinci testin sonucu beklemek zoruna gidiyordu. Kapı, üstüne kilitlenmişti. Üç dört saatte bir görevli bir arkadaşı gelerek onu denetliyor, ilaçlarını veya yemeğini getiriyordu. İlk gün, bir dinlenme gibi gelmişti ona. Fakat ikinci gün sıkılmaya başladı. İkinci test de pozitif çıkınca O’nu yeniden sarmaladılar, ambulans ile üniversite hastanesine yolladılar.
Burada da ilaçlar veriliyordu, yoğun bakım cihazları yatağının yanı başında duruyordu. İlk defa yüreğini korku kapladı. Nefes alması güçleşmişti. Bir oksijen eksikliği çektiğini anlamıştı. Burada özel eğitimli sağlık personeli vardı ama kendisi onları beklemeden oksijen solumaya başlıyordu. İyice zayıflamıştı. Görevli doktorlarla hemşireler yatmasını söylediler. Odaya yüksek teknolojili hayat destek cihazlarını yerleştirdiler. Entübasyon âleti de getirilmişti. Bu tanıdık cihazların başucuna getirilmesi ile iyice bir korkuya kapıldı. Kendisini çok kötü olarak görmüyordu ama ya akciğer vazife yapamaz hâle gelirse… Ya entübasyon uygulamaya başlarlarsa ne olacaktı? Ağızdan veya burundan o cihazın borusunu gırtlağa kadar sokmak, öylece hayata tutunmaya çalışmak hiç de kolay değildi. Bu işlerin çok acı verdiğini iyi bilenlerdendi. Daha da kötüsü oksijen eksikliği yüzünden kalbi ve karaciğeri dumura uğrarsa ne olacaktı? Bu hastalığı atlatanların hayatı son derece kısıtlı olurdu. Akıl sağlığını da kaybedebilirdi. Yoksa psikoza da mı giriyordu?
Gerçekten bir ölüm korkusu kaplamıştı içini. Bu korku pat diye bitebilecek bir son korkusu değildi. Ağrı, sızı içinde, büyük sıkıntılar içinde geçen ağır ve uzun bir süreçti, ötesi yoktu. Varsa da başkaları için vardı. Geçmiş hiç gelmiyordu aklına. Gelecek de yoktu. Varsa yoksa korona ile geçecek ağır bir süreç sonra da ölüm. Derken sürecin çoktan başlamış olduğunu anladı. Belindeki ağrı, başka hiçbir ağrıya benzemiyordu. Belinin bütün katmanlarını, her katmanın içini, dışını, ortasını sarmıştı. Dahası oturamıyor, yatamıyordu. Derken astronot gibi giyinmiş bir doktor ile yardımcısı geldi. Ona ‘ek hastalığın yok, yaşın genç, ateşin çok yüksek değil’ dediler, yeni ilaçlar verdiler. Üç beş günde bitebilir diyerek O’na ümit aşıladılar. Yemek geldi. Çok sevdiği bezelye vardı. Fakat bezelyenin kokusunu da tadını da alamıyordu.
Telefonla arandığında çok memnun oluyordu. Fakat telefonu elinde tutmaya takati yoktu. Ara sıra ağrıları çok artıyor, yeniden ilaç alıyordu. Tam düzeldi derken üşüme ile titreme başlıyor, birden ateşi yükseliyordu. Zaman zaman da sıvı kaybını engellemek için su içmesi gerektiği aklına geliyordu. Fakat boğazından su bile geçmiyordu. Bir ara sevdiği erkek arkadaşı Tekin’den telefon geldi, ‘iyiyim iyiyim’ dedi ve hemen kapattı. Onunla konuşunca gerçekten de kendisini biraz iyi imiş gibi hissetti. Uyuyamıyordu, uyanık olduğunu da bilmiyordu. Odasındaki tuvalete gitmesi gerektiğinde iki adım yürürken bile çok zorlanıyordu. O kadar bitkindi. Uyumak istedi ama ağrılarından uyuyamadı. Tekin, telefondan görüntülü aradığında açmadı. Kimseye böyle görünmek istemiyordu. Düşünmek de yoruyordu. Oysa anasını, babasını, kardeşini, arkadaşlarını ne çok özlemişti. Bu yoğun bakımdan çıkıp kendi hastanesinde yoğun bakım hastalarına yardım etmeyi de özlemişti.
Zor şartlar içerisinde beş gün geçti. Kafasını da duygularını da toparlayamıyordu. Öyle bir halsizliği vardı ki su içmek, telefonda konuşmak bile ona zor geliyordu. Boğazı kuruduğunda suyu ağzına alıyor ama dilinin, boğazının ıslandığını bile algılayamıyordu. Ancak yatmakta olduğunu biraz biraz farkında idi. Bu düşüncelerle belli belirsiz bir uykuya daldı.
Uyandığında ağrılarının iyice azaldığını hissetti. Fakat çok halsizdi. Yataktan kalkmak, tuvalete gitmek bile zor geliyordu. Soluk soluğa kaldı, çalan telefona aldırmadı. Zar zor işini bitirince telefona baktı. Tekin aramıştı. Arayıp, ‘iyiyim, teşekkür ederim’ dedi ve kapattı. Bu sırada burnundan birkaç damla kan geldi. Bu hastalıkta kanama görülmesinin ne mânâya geldiğini biliyordu. Arkasından bir iki gündür görünmeyen kuru öksürük onu ürküttü. Öleceğini düşündü. Burnuna toprak kokusu geldi. Birden sevindi. Burnu koku alıyordu. Bu iyileşme alâmeti miydi yoksa gideceği yerin kokusu mu? Daha fazla düşünemedi. Dalmıştı…
Aleyhtarlara da taraftarlara da sağlıklı ve huzurlu günler, esenlikler dilerim efendim.