Ali DEMİREL

Yazar - Ziraat Mühendisi

Eskimeyen Bengü İnançlar

İnsanlar, dünya dediğimiz bu mavi Acun’a ne zaman geldi – gönderildi – sürgün edildi bilinmiyor. Yüce yaratıcı tarafından, Adem atamızdan itibaren 124 bin peygamber (Yalavaç) gönderildiği rivayet edilmektedir.

Diğer taraftan bazı bilim insanları, insan türünün yeryüzünde ilk defa yaklaşık iki milyon yıl önce görüldüğünü tahmin etmektedirler. İnsanın yeryüzü serüveni yukarıda ifade edildiği kadar eski olmasa da bazılarının iddia ettiği gibi 6-7 bin yıllık olmadığı da kesindir. İnsan elinden çıkmış bazı kalıntıların 10 bin, 25 bin hatta 50 bin yıl öncesine ait olmaları bunu göstermektedir. Bilindiği gibi ülkemizde, Urfa’daki Göbekli Tepe’de meydana çıkarılan uygarlık kalıntılarının 12 bin yıllık olduğu (bu uygarlık pat diye birden bire ortaya çıkamaz, uzun bir geçmişi olmalı) dikkate alındığında; sözde tarihçi ve bazı bilim insanlarının ne kadar yanıldıkları açıkça ortadadır.

Hal böyle iken bile bazı çevrelerin hâlâ eski iddialarını sürdürmeleri iyi niyetle değerlendirilemez. Şöyle diyorlar: Yazı günümüzden 4000 yıl önce icat edilmiş, demir çağı, bakır çağı, yontma ve cilalı taş devirleri… Bütün bunlar 6-7 bin yıl içinde olmuş. İnsanlar ise; maymunlar evrimleşe – evrimleşe – evrimleşe… Sonunda insan olmuşlar!.. Bu savların hiçbir bilimsel dayanağı yok. Bize sözde bilim olarak yazılan, anlatılan ve öğretilen dayanaksız görüşler; bizlere sözde pozitif bilim kişileri ve tarihçiler tarafından (gerçek bilim kişilerini ve tarihçileri tenzih ederim) dayatılmaktadır. Ön yargılı olan bizim insanlarımızdan bazıları bu yazdıklarıma hemen karşı çıkarlar, bunu biliyorum. Ama bir yabancı söylerse ona inanırlar. Pekala: Astronom Kennet C. McCulloch aynen şöyle diyor “ Bazı amatörler, bilim adamlarının sadece gerçeği arama yolunda olduklarını; yeni ipuçları ve etkenler ortaya çıkarılınca eski kuramlarını buna göre uydurup değiştirdiklerini sanır. Gerçekte ise bilim adamları aynen ortaçağ din adamları gibi körü körüne inanan, dar görüşlü insanlar olabilirler.” Anlaşılır bir şekilde kısaca özetlemiş…

Her konuda olduğu gibi insanların geçmişteki inançlarının hiç de bildiğimiz gibi olmadığını tarihi gerçeklerin ışığı bize göstermektedir. İnsanların bu konuda cahil kalmalarının başlıca sebebi; tarihler boyunca, yeni bir inanç ve kültür ortaya çıktığında, öncekileri yok etme eğiliminde olunmasıdır. Hele Avrupalılar kendi uygarlıklarını (eğer bir Avrupa uygarlığından bahsedilebilirse) diğer her uygarlığın üzerinde göstermek için, tarihi ve de bilimi saptırarak veya inkâr ederek kendilerini yüceltmek istemektedirler. Bu konuda Anatoli Fomenko ve ekibinin araştırmaları sonucu bazı tespitleri şöyle: 1. Bildiğimiz evrensel anlamda kabul edilen kronoloji yanlıştır. 2. Sözde bilimsel hesaplamalara dayalı kronoloji Josef Jüst Skaliger, Dionisius Petavius ve Sethus Calvisius tarafından uydurulmuş ve Batı tarihçiler arasında yaygınlaştırılmıştır. 3. Arkeolojik tarih saptama yöntemleri ve arkeometrik yöntemler hatalıdır, buna karbon testi de dahildir. 4. 11. yüzyıl öncesine ait inanılabilirliği olan tek bir belge bulunmamaktadır. 5. Eski Roma, Yunan ve Mısırlılara ait bilgiler Rönesans döneminde rahipler tarafından oluşturulmuştur. Fomenko ve ekibinin tespitlerini beğenmeyebilirsiniz, yanlış da diyebilirsiniz ama sözde batı uygarlığının dünya insanlık tarihini yazıp insanların önüne koyduklarının çoğunun yalan olduğu gerçeği de inkâr edilemez.

Batılı barbarlar, öldürerek, gasp ederek, çalarak ve talan ederek ele geçirdikleri maddi zenginliği de kullanmak suretiyle diğer uluslar ve kültürler üzerinde baskı kurmuşlar, onları yok etme yolunda çaba harcamışlar ve hâlâ da bu anlayışı sürdürmekteler. Şimdi insanların eski inançlara dönelim. Ne yazık ki tam ve ayrıntılı olarak bilmiyoruz. Batının yazdıklarına bakarak bir kanıya varmak tamamen saçmalık olur. Avrupalıların bütün dünyaya, üstü kapalı gibi ve dolaylı yollardan empoze etmekte oldukları düşüncelerinin, kamuflajları kaldırılmış olarak şöyle: Yeryüzünde kendilerinden başka her millet barbar, sapık inançlı ve yarı hayvan. Tevrat’tan öncekiler zaten insan sayılmazlar, Yahudiler Allah’ı (İsa’yı) çarmıha gerip öldürdüler dolayısıyla barbar ve düşmanlar. Müslümanlara gelince; zaten Müslümanlık diye bir din yok Hz. Muhammet de peygamber falan değil, Müslümanlar da düşman. Dünyadaki diğer türlü çeşitli dinler zaten dinden bile sayılmazlar, hepsi de bazı toplumların basit kültürlerinden ibarettir… Geriye sadece gerçek inanç olarak üç tane Allah’ı (teslis = Allah, onun oğlu İsa ve kutsal ruh?) olan Hıristiyanlık kalıyor…

Gerçek asla böyle değil. Onbinlerce yıl öncesinde Yüce Yaratıcıya insanlar inanmaktaydılar. Başta Adem Atamız olmak üzere bütün Tanrı elçileri (Yalavaçlar) kutsal inancı insanlara öğretmişler ve İlahi emirlere göre yaşamalarını öğütlemişlerdir. Sadece inanç çerçevesinde değil pozitif bilimlerin insanlara öğretilmesinde de öncü olmuşlardır. Bilindiği gibi hemen her peygamberin bir mesleği vardır. En ünlülerinden birisi ise İdris (Toth, Hermes) dir. İnsanlığa bilimi öğreten Peygamber olarak bilinir. Hz. İdris’ten kalan bazı öğretilerin, zamanında Mısır’da İskenderiye kitaplığında var olduğu; Öglid ve Pisagor gibi bilginlerin oradan bilgilendikleri genel kabul görmektedir…

Sonuç olarak insani inançlar ve bilimlerin binlerce yıl önceden de var olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu İnançlar neydi? Nasıldı? Bu sorulara yanıt olacak bilgi ve belgeler ne yazık ki; yeni bir din edinen toplumlar ve sözde Avrupa uygarlığınca yok edilmişlerdir. Söz konusu barbarlar amaçlarına ulaşmak için iki temel konuda yoğun çalışmalar yaptılar. İlk olarak, inançları ve inançlarla ilgili bilgi ve belgeleri yok etmekle işe başladılar. Hıristiyanlıktan önce Avrupa topraklarında, kadim inançların bir devamı olan Keltler’in dini inançları başat durumdaydı. Bilindiği gibi Keltler (Galyalılar, Galatlar) Avrupalı bir halk değildi; Kafkaslardan geldikleri, oraya da Orta Asya’dan geldikleri belirtilmektedir. Avrupa ve özellikle Anadolu kültürüne büyük etkisi olmuş ve halen gelenekleri pek çok insan topluluğunca sürdürülmekte olan KELT’LER Anadolu’da GALAT’LAR olarak adlandırıldılar. Hem yaşantı olarak çok uygar, hem de ölümsüzlük inancıyla ölümden korkmayan, bu alp savaşçılar, hiçbir zaman yerlerinde durmadılar. Romalılarla çok uğraştılar, Roma İmparatorluğunun yıkılmasında en etkili ulus Keltlerdir. MÖ. 2000 yıllarından beri varlıkları ve uygarlıkları bilinen Keltlerin bir bölümünün Turıyalılar oldukları bazı tarihçilerce ileri sürülmektedir. Keltlerin din adamlarına Druid denir, din kadınlarına ise Druides denir. Bütün yaşamlarında olduğu gibi dini yaşamlarında da kadın erkek eşitliği vardı. Özellikle tedavi ve ruhsal (Tinsel) konularda kadın din görevlileri daha başattılar. Druid’ler halka dinsel törenlerin uygulanmasında rehberlik yaparlardı. Onlar öyle şimdiki anlamda sıradan din adamı değillerdi mesela bütün devlet meseleleri onların görevi kapsamındaydı ama günümüzdekilere benzeyen bir devlet adamı da değillerdi. Batılılarca ‘büyü’ olarak kabul edilen metafizik güçleri öylesine derindi ki; günümüzde hâlâ anlaşılmayan kavranamayan pek çok özel uygulamalarının olduğu bilinmektedir. Onlar doktordur, elçidir, büyücüdür, din adamıdır, ruhlarla insanlar arasında aracıdır. Onlar sanki Türklerin Asya’daki Işımanlarıdır, Kamlarıdır. Üst düzeyde olmayan yani sıradan Druidler, içinde yaşadıkları kendi toplumları ile birliktedir. Bahçesini eker, hayvanlarına bakar, onlar gibidir, onlardan biridir. Ancak törenlerde ve kararlarda onlardan üsttedir. Yaklaşık 20 yıl öğrenim görmüş ve inisiye olmuş Druidler bilir ki; üst de, alt da aynıdır, üstte olan aynı zamanda altta olandır. Ağaç gibi; tepedeki dallar, gövde ve kökler aynı ağaçtır… Druidler, din adamı olmak isteyen çırağın hazır olduğuna karar verdiklerinde onu “üç üstadlık arayışı”na sokarlardı. “Geçmiş-Bugün-Gelecek” motifi, “Kök-Kalıp-Kader” adı altında işlenirdi. Öğrenciler her bir arayışı tamamladıkça, bir sonraki çalışma seviyesine giden yolu gösteren özel bir inisiyasyona tabi tutulurdu. İnisiyeler, semboller ve küreler arasında astrolojik ve mistik ilişkileri öğrenmek için aylar, hatta yıllar harcarlardı. Çırak ilk düzeyde, henüz öğrenime başladığında, yeşil (yenilik ve büyüme rengi idi) kıyafet giyerdi. Öğrencilere mutlaka temel bilgi olarak tıp, hukuk, astronomi, şiir, müzik öğretilirdi. Ayrıca çırak; hayvan ve kuş yaşamına dair sırları, doğa olaylarını, bulutları, iklimi, yıldızları ve hareketlerini, halkının tarihini, müziğini, efsanelerini öğrenmek ve doğa ile birleşmek zorundaydı. Çırak, Druid olabilmek için yolunda ilerlemek istiyorsa bazı önemli kurallara mutlaka dikkat edecekti, şöyle ki: Her zaman bilmek ve öğrenmek için çalışacak, her şeyi göze alabilecek ve her olay karşısında sessiz kalabilecekti. Biliyordu ki, böyle davranmazsa asla Druid olamayacaktı ve biliyordu ki; bir cinayet işler ve savaşa katılırsa, doğru olmayan bir şey söylerse, saklaması gereken sırları açığa çıkarır ve yayarsa, çıraklıktan çıkarılacaktı… Druid’lere göre, hem görünür, hem de görünmez dünyayı belirli yasalar yönetirdi. Fiziksel dünyada zıt güçler, ruhsal dünyada ise benzer güçler birbirini çekerdi. Beyaz, görülebilen her şeyi temsil ederken; siyah, öte dünyanın derin sırlarını ve gerçekle birleşmeyi işaret ederdi. Gerçeği keşif yolculuğunun, yeni yerler aramakla değil, yeni ve farklı gözle bakmakla mümkün olduğunu düşünürlerdi. Dünya, onların derin anlayışında, büyük bir oyun parkı idi. Gördükleri şeyler için “kendi tarzında güzel” diyorlardı, gördüklerine ne iyi, ne de kötü demezlerdi, yalnızca onları birbirinden değişik buluyorlardı. Yaşamın her gününü alışılmadık bir örnek haline getirmeye çalışırlardı. Herkesin, içinde yaşattığı Tanrı’sının önünde eğilmesi gerektiğini, ne isimle onu çağırırsa çağırsın, seslenildiğinde, Tanrı’nın bu çağrı ile orada olacağını bilirlerdi. Druidler “Bengü din” adı altında, bir tek Tanrı’ya inanırlar, Tanrı’nın, inananlar için görülebilecek birçok yüzü olduğunu ileri sürerlerdi. Druidler, ‘zamanın’ insanın yarattığı bir şey olduğunu, en büyük erdemin de zamanın dışına çıkmak olduğunu bilirlerdi. Druid geleneği içinde yer alan öte alem, öte alemle bağlantı, trans (cezbe) haline geçme tekniklerinin kullanılması, bedenden ayrılma ve benzerleri; Orta Asya’daki ışıman geleneği ile de büyük benzerlik göstermektedir. Çok ilginçtir, davul ve çıngırak hem Druid’in, hem de Işıman’ın törenlerde üzerlerinde olmazsa olmazlarıydı. Nasıl olmuştu, 7.000-8.000 km uzaklıktaki inanç ustaları aynı şeyi yapıyordu? Nasıl oluyordu da, çalgılarını sözlerine müzik eklemek için değil, düzenli bir ritmik yapı oluşturmak için kullanıyorlardı? Hem druid, hem şaman; zaman içinde öğrenciler – çıraklar arasından çağrılan adayların içinden çok azının üst mertebeye seçilmişler olduğunu, onların da fiziksel dünyanın yansımalarının üstesinden gelebilecek ruhsal olgunluğa erişmiş ve aynı anda hem bu dünyada, hem de öte dünyada bulunabilmeyi öğrenenlerin Druid veya Şaman olabileceğini bilirlerdi. Bunlar kendilerine “ölüp dirilmiş”, “yeniden doğmuş”, “iki kere doğmuş” derlerdi. Bunlar; Tek Yaradanın, isimsiz, bilinmez ve görünmezin varlığına inanırlardı. Adını koymasalar ve tanımasalar bile onunla vicdanlarında daima birlikte olabilirler, sık sık sarılıp, kucaklaşabilirlerdi. Yaradanın varlığını her yüzde, her varlıkta ve her yerde hissederlerdi. Ve onlar şu özdeyişleri ile tıpkı o çağların Yunus’udurlar: “Tüm evreni anlamak istersen, hiçbir şey anlayamazsın; ama kendini anlamak istersen, tüm evreni anlarsın.” Keltlerin bir kısmı Galler’ den yola çıkıp Yunanistan üzerinden İyonya topraklarını da geçerek Anadolu’ya geldiler. Keltlerin geldikleri yer olan Galler deki en önemli şehirleri ve aynı zamanda başkentlerinin adı, ‘Turkije’ yani Türkiye idi. Anadolu’da yerleşip yurt edinilebilecek çok verimli bölgeler vardı. Özellikle Ege Bölgesi o çağda da (günümüzde dendiği gibi);‘ovasından yağ, dağlarından bal akan’ topraklar olarak bilinirdi. Ankara ve çevresi (İç Anadolu) o çağda da bozkır halindeydi. Keltlerin bir kısmının Galya’dan ve başkentleri Türkiye’den çıkıp Anadolu’ya geldiklerinde neden Ankara ve çevresine yerleştikleri hâlâ muamma olarak durmakta! Anadolu Keltleri yani GALATLAR, Anadolu’yu hiç terk etmediler ve kendi kültürlerini de buralarda yayarak, etkileri günümüzde dahi sürmekte olan uygarlıklarını, temel inanç ve kültürlerini bu topraklara adeta kazıdılar… Şimdi biz tekrar inanç konusuna dönelim. Druideslerin (Kadın din görevlisi – Kadın Druid = Druides) inisiyasyonlarının nasıl olduğu günümüzde bilinmemekte ama onların, özellikle savaşçıların ve asillerin yetişmesinde büyük payları olduğu bilinmektedir. Bu durum Orta Çağ efsanelerinde sık sık geçen “Bilge Kadın” motifine de kaynaklık etmektedir. Druidesler eğitimde olduğu kadar, ilaç hazırlamada, şifalı bitkilerin bulunmasında da söz sahibi idiler. Druideslerin özellikle İskoçya’da Sein Adası’ında zaman zaman toplandıkları ve buraya erkekleri almadıkları söylenir. Söylenceye göre burada dokuz druidesin (Gallizenea) önderliğinde kendini adamış genç kızlar vardı. Halk arasında druideslerin burada sihir ve büyü ile uğraştıkları düşünülür, hatta hava olaylarına hükmettikleri, istedikleri hayvanın şekline girdikleri söylenirdi… İşte bu muhteşem kültür, ne yazık ki; Roma İmparatorluğunun da Hıristiyanlaşmasından sonra, öncelikle yok edilmesi gereken düşman olarak görüldü. Papa ve kilise, Keltleri inançsız göstererek, Hıristiyanlığa zorlamış, önce Keltik kilisenin oluşmasını sağlamışlar, sonra bu kiliseyi de ortadan kaldırmışlardır. Böylece druidleri ve druidesleri yer altına çekilmeye, Kelt halkını da inançlarını kalplerinde saklamaya ve sonunda unutmaya zorlamışlardır. O zamanda olanları bu şekilde basitçe ifade etmek; insanlığın yüz karası, barbarca uygulamaları elbette örtbas etmez. Kısaca özetlemeye çalışayım: Keltlere Hıristiyan olmaları önerilir, kabul etmeyenler işkence edilerek öldürülürdü. Genellikle sanığın önce giysileri çıkarılmakta, sonra da tırnak sökme, çarmıha germe, kemik kırma, susuz bırakma, dayak atma gibi işkencelere tabi tutulmaktaydılar. Böylece halkın gözü korkutularak üzerlerinde baskı kurulurdu.

Kelt inancı ile ilgili bütün bilgi ve belgeler yok edildi, getirip teslim etmeyenler öldürülerek cezalandırıldı. Özellikle bilge druidesler, papazlar tarafından Hıristiyan halk arasında ‘cadı’ ilan ediliyordu. Ayrıca bir Hıristiyan’ın ‘falanca cadı’ diye şikâyet etmesi yeterli olurdu. Cadılıkla suçlananlar, çevresi odun yığılı olan bir direğe bağlanır ve canlı canlı yakılırdı. Bir başka uygulamada ise, cadılıkla suçlanan druides yargılanırdı. Şöyle ki: Kadının eli ayağı bağlanır, beline bir ağırlık (taş gibi) bağlanır ve derin bir suya atılır. Kadın suyun altındayken bir şekilde iplerden ve ağırlıktan kurtulup su yüzüne çıkarsa; ‘tamam bu cadı, şeytan buna yardım etti’ diyerek sudan çıkarılır ve diri diri yakılır. Şayet iplerden ve ağırlıktan kurtulamayarak boğulur ölürse; ‘yanılmışız cadı değilmiş, çıkarıp gömün’ denirdi… Bu şekillerde binlerce belki yüzbinlerce insan katledildi, sayısını kim bilir? Belki siz okuyucular, şu uygulamalardan nasıl bir katliam yapıldığını tahmin edebilirsiniz: Katledilen insanlar için yapılan harcamalar, koca Roma İmparatorluğu’nun bütçesini etkileyecek düzeye ulaşmış. Bu konularda yapılan harcamalarla ilgili olarak bir yasa çıkarılır. Söz konusu yasanın içeriğinin ne olduğuna dair, Carl Sagan’ın yazdıklarına bir bakalım: “Tüm soruşturma, dava ve infazların giderleri, davalının kendisinden ya da akrabalarından alınıyordu. Cadıyı avlamak üzere görevlendirilmiş casusların ödülü, gardiyanların şarabı, yargıçların şöleni, daha deneyimli işkenceci getirmek için görevlendirilenin yol giderleri, odun, katran ve celladın ipi, giderler arasındaydı. Mahkeme heyetinin üyelerine, yaktırdıkları her cadı için ikramiye de ödeniyordu. İdam edilen cadının mal varlığı, eğer geriye bir şeyi kalmışsa, kilise ve devlet arasında bölüşülüyordu” … Sayın okuyucular gerisini siz düşünün… Papa ve Hıristiyanlık ileri gelenleri Keltler’in dini inançlarını yok etmek için her şeyi yaptılar, aslında kendilerince başarılı da oldular. Dolayısıyla Kelt inancı hakkında günümüzde bilinenler ancak bilgi kırıntıları şeklindedir. Aslında çokşey yazılıyor ama yazılanlar; Keltleri ve onların kültürlerini kötülemek, aşağılamak, hakaret etmek gibi amaçlara yönelik… Keltlerin inançlarının derin izlerini yok ederek tarihin o bölümünü kör bıraktılar ama tarihin coğrafi yanını yok etmeye güçleri yetmedi. Yukarıda “İlk olarak, inançları ve inançlarla ilgili bilgi ve belgeleri yok etmekle işe başladılar.” Demiştim ya, ikinci olarak da Keltler’in muhteşem evrensel yapılarını yok etmeye çalıştılar. Önce söz konusu yapılar için ‘Pagan Tapınağı’ dediler. Oysa Druidler, insan eliyle yapılmış hiçbir yapının içerisinde tapınılamayacağına inanırlardı ve gözden uzak yerlerde ibadet ederlerdi. O yapılar; druid ve druideslerin toplanma merkezleri ve inisiye okulları olarak kullanıldıkları daha da önemlisi söz konusu yapıların inşa edildiği yerlerin tinsel ortamda kutsal – metafizik – ışınım ve titreşim merkezleri oldukları hep söylenegelmiştir. Avrupa’nın barbarları, ta uzak geçmişlerden günümüze ulaşan bu muhteşem yapıları yok etmek için harekete geçer. Ancak; devasa yontulmuş taşlarla, nasıl yapıldıkları günümüzde hâlâ tam olarak anlaşılamayan ve tartışma konusu olan yapıları yok etmeye güçleri ve teknolojileri yetmemiştir. Baktılar ki tarihin coğrafi kapsamındaki, yeryüzüne dağılmış yapıları yok edemiyorlar, hemen başka bir çare düşündüler. Bu konuda Alfred Watkins şöyle diyor: “Britanya’nın Hıristiyanlaştırılması sırasında tapınaklar tahrip edilmek istendi. Daha sonraları; İngiltere’ye gönderilmeden önce Papa’nın misyonerlere verdiği emirlerde; tapınaklar tahrip edilmeyecekler, aksine aynı yerler Hıristiyan tanrısının adına takdis edileceklerdir. Denildi…” Anlaşılacağı gibi o muhteşem yapıların büyük bir çoğunluğu kilise haline getirildi, bazıları ise (Stonehenge vb.) olduğu gibi kaderine terk edildi… İngiltere’den itibaren orta Avrupada, Delfi’de, Anadolu’nun birçok yerinde, Kudüs, Babil ve Mısır’da o olağanüstü yapıların kalıntıları günümüzde de mevcut. Her kalıntının nerde olduğunu ve ayrıntılı bilgilerini burada yazmam olanaksız. Ancak Antalya Kaleiçindeki Antalya Kesik Minare – Korkut camii olarak bilinen görkemli yapıyı yazmadan geçmeyeceğim. Geçmiş zamanların bengü inancının tamgası olarak orada durmakta. Önce kiliseye çevrilmiş, sonra Selçuklular zamanında camiye çevrilmiş, günümüzde ise harabe halindedir. Ama bakılıp görüldüğünde inanın insana çok şey anlatmakta… Son olarak Keltlerin (Galyalıların – Galatların) inanç bazında kutsal kabul ettikleri, sadece ‘baş’dan ibaret olan heykelden bahsedeceğim: Her sene nisan ayında, Druidler ve Druidesler İstanbul’a gelip Yerebatan Sarnıcı’nda özel bir bölümde tören yaparlardı. Törenlerin yapıldığı bu bölümde sonradan ters yerleştirilmiş olan ‘Medusa Başı’ da bulunmaktadır. Medusa’nın bulunduğu o sulu alan Druid’ler ve Druidesler için çok önemlidir, törenlerin en son 1963-64-65 yıllarında yapıldığı biliniyor. Sonrası?.. Druid’lerin yaptıkları bu törenler olabildiğince gizli yapılırdı ve üç gün sürerdi. Dahası, bugün Stonehenge denilen yerde yapılan törenlerin aynısıydı. Druid’ler için sarnıçtaki Medusa Başı’nın ve konulduğu yerin bu kadar önemli olması; orada kaynağının nereden geldiği belli olmayan bir titreşimin var olmasındandır. Bu nedenle druid ve druidesler tören sırasında Medusa’ya sarılırdı. Bu titreşim halen vardır bu nedenle Medusa’nın çevresi demir parmaklıklarla çevrilmiştir… Yani Medusa oraya tesadüfen konmamıştır; yeryüzünün bazı yerlerinde tinsel – spiritüel enerji salınımlarının olduğu binlerce yıldır, çeşitli dinlere mensup ‘ermiş’ kabul edilen kişilerce söylenegelmiştir. İşte Medusa’nın Yerebatan Sarnıcında konulduğu yer öyle bir yerdir. Doğu Roma’lılar Medusa’yı kasıtlı olarak ters çevirmişler çünkü o çevreden yayılan titreşimi şeytani güç olarak kabul etmişlerdir, ne de olsa Hıristiyanlıkla ilgili değil ya… Ben ‘Yerebatan Sarayı’ denen o sarnıca gittim. MEDUSA’ın yanında durdum… İstanbul’a yolu düşenlere; oraya gitmelerini ve MEDUSA’nın yanında, bedenen ve ruhen gevşeyip rahatlayarak bir dakika kadar durmalarını öneririm…

Bu yazının hazırlanmasında faydalanılan kaynak kişi ve kuruluşlar:

Aytunç Altındal - Keltler ve Turkije ( Türkiye) ISKRA - Awakening: Keltler ve Turkije (Türkiye) – Ezoterik ve okült Kaynaklar Sitesi – Hacettepe Üniversitesi (Nükhet Okutan) – Kâzım Mirşan – Halûk Tarcan – Nadir Elibol – Eric Von Daniken – Erhan Altunay