Prof. Dr. Taner TATAR

Akademisyen

tatartaner@gmail.com

Kelimeler ve Kalemler

Şair akıl kalemini batırır kalp hokkasına allar kelimeleri. Gönülde demler sözü, muhabbetle süzer, kâğıdın teline serer. Şeyh Galib, kimliğini kalemiyle yazar; “Şair demek ehl-i dil demektir” ve “Şairliğe suz-i derd lâzım”dır. Bir manada insanı şair yapan derdidir. “Dertli ne ağlayıp gezersin burada, ağlatırsa Mevla’m yine güldürür” diyen Yunus’un iniltisi aşktan doğar:
Dolap niçin inilersin
Derdim vardır inilerim
Ben Mevla’ya aşık oldum
Anın için inilerim

Muallim Cûdi Efendi kelimelerini inciler arasından seçer ve “Şair hazinedârıdır esrâr-ı hilkatin” der. Zira şair kalbine yaslanan, ellerini göğe açandır. Kul elini göğe açar, Allah onun gönlünü açar. Gönül, hazinelere maliktir. Hazinedar, ancak kıymeti bilen kişidir. O da evvela kendini bilendir. Ya hazinelere malik viraneler! Aziz Bey’in kalemi ise ketumdur, söylenebileceklerle söylenemeyecekleri ayırt eder: Ehl-i irfan söylemez her hâlini/ Hal olur izharı var ihfâsı var. Elbette her hali veya her derdi, herkes anlasın diye söylemek de mümkün değildir. Şair bir kelimede birkaç imada bulunandır. Herkes arifliği nisbetinde manaya erer. Kaldı ki, Nefi gibi “Derdim nice bir sînede pinhân ederim ben/ Bir âh ile bu âlemi vîrân ederim ben”, derken gönlünde yanan volkanın ateşi bir ah ile püskürüverir, dokunanı yakar, küle çevirir. Yenişehirli Avni Bey için şair iki âleme de gizli olan mukaddes bir boşlukta, gözlere görünmeksizin uçan bir hüma kuşudur: Şâir o hümâdır ki iki âleme pinhân/ Bir cevv-i mukaddeste hafiyyü’t-tayerândır. Şair, gizli olanı söz ile aşikâr kılmak ister. Lakin ona erişebilmek biraz kısmet meselesidir. Meğer ki kuş, başa kona! Şair, her zaman doğruyu söyleyen kişi olmayabilir. Zira bazen abartır, bazen gördüğüne gönlünden ikramda bulunur ve latif ilaveler yapar: Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var/ Aldanma ki şair sözü elbette yalandur. Yalanı doğru söylemek de yine şairde bulunur
Akif de şairliğe
“işsizlerin en maskarası” derken, iki yakasından tutup, oldukça hırpalar şiiri. Şuara denilince keskin bir bıçak oluverir dili:
Hangi san'atte rüsûhun göze çarpar?Anlat!
Ulemâdan mı sayıldın? Fukahâdan mı?
-Hayır.
-Ya siyâsî mi nesin? Kendine bir meslek ayır.
-Şâirim.
-Olmaz olaydın: O ne yüzler karası!
Bence dünyâdaki işsizlerin en maskarası.
Af edersin onu!
-İmkânı yok etmem, ne demek!
Şi're meslek diye, oğlum, verilir miydi emek?
Ah, vaktiyle gelip bir danışaydın Köse'ne,
Senin olmuştu bugün belki o kırk altı sene.
Ama pek hırpaladın şi'ri...
-Evet, hırpaladım:
Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,
Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.
"Ş'uarâ" dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh,
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.
Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri
Bu sıkılmazlara "medh et!" diye, mangır sunarak,
Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!
Sâde pek sövme ki, Peygamberimiz şi'ri sever.
-Vâkıâ "inne mine'ş-şi'ri... " büyük bir ni'met;
Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet.
Ben ki Attâr ile Sa'dî'yi okur, hem severim;
Başka vâdîleri tutmuşlara ancak söverim.
Hem senin şi're müdâfi' çıkışın ma'nâsız:
Sana şâir diyen, oğlum, seni gördüm yalnız.'
Kimi mevlidci diyor...
Âh olabilsem, nerde!
Yetişilmez ki: Süleyman Dede yükseklerde.
-Kimi bid'atçi diyor... Duyduğum en çok bunlar.
Üstad da şairliği cüce varlıkların işi olarak görüp, gölgeler âleminden birliğe yükselmeyi hedef edinirken, yine de şiirin kanatlarını takar kelimelerine ve gönlümüze uçuruverir:
Kaçır beni âhenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.
Şairlik iddiasında olan cüceler de var:
Ben şairim,
Sen benim güzelim.
Kalem benim elimde,
Seni istediğim gibi resmederim.