(ON YEDİNCİ BÖLÜM)
Fatih, İstanbul'un fethinden hemen sonra, kır atının üzerinde Ayasofya'ya doğru ile ilerlemektedir. Bu sırada, yolun iki yanına dizilmiş ve kendisini karşılayan din ulularından biri şöyle der:
- Hakânım, fethin, duâlarımız sayesinde müyesser olduğunu unutma!
Fatih'in, elinde kılıcını yükseğe kaldırarak buna cevabı ise şu olur.
- Kılıcın hakkını da unutma!
Bazıları bu hâdiseyi mâdde ile mânâ arasında bir sürtüşme olarak görürler, öyle tefsir ederler. Halbuki bu yanlıştır. Gerçekte, o din ulusu ile Fatih'in halkın huzurunda tescil etmek istedikleri bir husus vardır. O da başarıların, zaferlerin ve fetihlerin yalnız madde ile veya yalnız mânâ ile mümkün olmayacağının açıkça ifade edilmesidir. Nitekim Fatih, gerek fetihten önce, gerekse fetihten sonra, milletinin maddede ve mânâda en üstün seviyeye ulaşması için her türlü gayreti sarfetmiş, hayat felsefesini bu anlayış üzerine oturtmuştur. Öyle ki, bir taraftan İstanbul'un fethinde kullanılan ve adeta o devrin atom bombası diyebileceğimiz topları döküp, öteki harp âlât ve edevatını da hazırlatırken, diğer taraftan da medrese, tekke ve zaviyelerde manevî - ruhî havanın en yüksek seviyelere ulaşmasında bizzat önayak olmuştur. Nitekim fetihten sonra, bir ara, tahtını bırakıp ömrünün kalan kısmını tekkede bir derviş olarak geçirmek istemesi de, onun, maddenin yanında mânâya da ne derece ehemmiyet verdiğinin açık delillerindendir.
Esas itibariyle fertleri birbirine karıştırıp, kaynaştıran unsur, mânevî - ruhî hasletler, manevî - ruhî değerlerdir. Mânevi - ruhî değer ve hasletlere dayanan bağlılıklar sağlam ve dayanıklı olur. Sırf maddî menfaatlere dayanan bağlılıklar ve kaynaşmalar ise devamlı olmaz, geçicidir. Çünkü bizzat mâdde kendisi fânidir, gelip - geçicidir. Sırf maddî menfaatlerle birbirine bağlananların bağlılığı, âni bir yağmura tutularak hemen oracıktaki bir çatı altında toplananların birbirine bağlılığına benzer. Nasıl ki yağmur kesilince bunların her biri bir tarafa gidecek ve beraberlik de bitecekse, tıpkı bunun gibi, maddî menfaat endişeleriyle bir araya gelenlerin beraberliği de menfaatler haleldar olunca bitecektir.
Bugün birçok fetihlere muhtacız. Bu fetihlerin en başta geleni millî benliğimize, yani kendi öz varlığımıza dönüş fethidir. Bundan hemen sonra ise doğru bir hayat ve hareket felsefesine sahip bulunma esası gelir. Fakat bence kâinattaki varlıklarda mevcut ilahi kanunlara uygun ve doğru bir hayat felsefesi, esasen millî benliğimize dönüşle birlikte kendiliğinden gelecekdir. Yeter ki. biz önce kendimizin ne olduğumuzu bilelim ve bunun şuuruna erelim.
Diyebiliriz ki, millî benliğimize- dönüşümüz ve eşyâda mevcut ilâhî kanunlara uygun bir hayat ve hareket felsefesine sâhip bulunmamız, Türklüğün cihan çapında fetihler için yeniden doğuşunun başlangıcı olacaktır.
Güç Kaynaklarımız
Her milletin, mâddi ve ma'nevi olmak üzere birtakım kuvvet kaynakları vardır. Mâddi kuvvetler, kelimeden de anlaşıldığı gibi, mâddi olan yani mâddeye dayanan güç ve kuvvetlerdir. En basiti bilek gücünden başlamak üzere, modern bir âlet veya lihâha varıncaya kadar bu arada kalan bütün âlât ve adevât bu cümleye girer. Yine; meselâ toprakta, havada, suda.... mevcut ve kendilerinden her an faydalanmamız mümkün olan potonsiyel güçler de mâddi güçler cümlesindendir.
Ma'nevî güçler ise, yine kelimeden anlaşılacağı gibi, mânâya dayanan yâni mâddi olmayan ruhi güçlerdir. Bu güç kaynakları mâddi olmadıkları için el ile tutulmazlar, gözle görülmezler. Fakat görünmeyen bir kuvvet hâlinde daimi iş yaparlar. Esasen insanın yapısı mâdde ve mânâ (beden ve ruh) olmak üzere iki ayrı unsurdan meydana geldiğinden, yine maddi ve manevi-ruhi olmak üzere iki ayrı güce sahip bulunacağı tabiidir. (DEVAM EDECEK)