Koronalı günlerde mümkün mertebe uyarıları ciddiye alıyor ve uyguluyorum. Evden hiç çıkmıyorum. Bir seneyi geçti sağlığımız için yasaklarla birlikte yaşamaya başlayalı. Dolayısıyla sitemizin bahçesinde her gün yürüyüş yapıyor, evde daha fazla ibadet ediyor, kitap okuyor, film ve televizyon izliyor, müzik dinliyor, dostlarımla akıllı telefon konuşması yapıyorum.
YAZARLAR, KİTAPLAR VE GÖRÜŞLER
Bu ara yerli yabancı çok kitap bitirdim. İşte bunlardan bir kaçı; Lübnan asıllı Fransız Yazar Amin Maalouf’a göre insanlığın hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler acaba insanlığın da sonunu mu getirecek? Çünkü insanlar artık dünyanın çelişkileriyle yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Yazar Türkiye’de henüz yayınlanan Empedokles’in Dostları kitabında hiçbir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını savunuyor.
Portekizli yazar (1922-2010) Jose Saramago da filmle alınan ve ülkemizde 30 baskı yapan Körlük adlı romanında toplumsal yaşamın nasıl bir vahşete dönüşebileceğini, insana dair son umut kırıntılarını anlatıyor. Okuyucuya yarını düşünmeye fırsat veriyor.
Türkiye’nin Nobel Ödüllü yazarı Orhan Pamuk da üzerinde beş senedir çalıştığı ve henüz neşredilen Veba Geceleri’nde bir salgını konu alıyor. İlham kaynağı da Büyükada, Girit ve Meis. Roman bu korona salgınından çok önce düşünülmüş ve programlanmış. Covid 19 salgını bütün dünyayı kasıp kavurunca aşı olan yazarın ruh hali değişmiş, salgını ve karantinayı anlatması kolaylaşmış, ama okuyucuyu korku atmosferine sokmayı zorlaştırmış, herkes başına ne geleceğinin hesabını yapabiliyormuş. Yazarın şöyle bir tespiti var ayrıca “İster aşk deyin, ister arkadaşlık salgın zamanlarında hayat arkadaşının öneminin arttığı da ortaya çıkmış.”
KORONALI GÜNLERDE ŞEHİRLER MÜLTECİ DOLU
Şehirlerimiz dizayn edilirken henüz korona salgını yoktu. Yıllar önce, çok zaman evvel yaşanan kuş gribi, veba, sıtma, tifo, trahom, cüzzam gibi salgınlar vardı, ama bu bütün dünyayı değil, ancak belli bir yeri etkilemişti. Bu konuda da özellikle veba ve cüzzam temalı çok romanlar yazıldı, filmler çekildi. Covid 19 dünyada yeni bir salgın ve aradan bir buçuk sene geçmesine rağmen hala etkisini gösteriyor.
Üstelik koronalı günlerde bile hala dünyada milyonlarca mültecinin çeşitli sebeplerle evini barkını terk edip maişet ve yaşama kaygısıyla gelişmiş ülkelere iltica ettiği de bir gerçek. Göçmenler salgın falan dinlemiyor, ilticaya devam ediyor. Türkiye de 10 yıldan bu yana mülteciler yaşıyor. Bunların bir kısmı zaman zaman Ege Denizi üzerinden kaçak olarak Yunanistan’a ve buradan da batılı ülkelere geçmek için canlarını ortaya koyuyorlar. Afrika’dan da İtalya, Fransa ve İspanya’ya geçmek için bu mülteciler kırık dökük teknelerle mücadele veriyorlar. Başarılı olan çok az, ama Akdeniz’de kaybolanların sayısı da bir hayli fazla. Hatta Yunan Adalarına yaklaşan mülteci botlarındaki insanların, para, eşya ve pasaportlarını alıp, el ve ayaklarını bağlayarak denize atanlarını da medyadan öğreniyoruz.
Avrupa Birliği şehirlerine mülteciler gelmesin, kültürlerini dejenere etmesin diyerekten başta Türkiye olmak üzere kaynaklar aktarıyorlar. Kendileri az da olsa üniversite mezunu, meslek sahibi, yabancı dil veya buna kabiliyeti olan mültecileri şehirlerine zor da olsa kabul ediyorlar. Düsseldorf’taki bir AVM’de gördüğüm Suriyeli mülteci aile çoktan Almanya’ya intibak etmiş, bu ülkenin bir vatandaşı gibi rahat dolaşıyorlardı. Şık giyinmiş, Almanca konuşuyorlardı.
KENTLEŞME VE GÖÇMENLER
Almanya’nın çok eskiden beri bir göçmen politikası var. Hatta 1960’lı yılların başında Almanya’ya giden Türk İşçileri bu mevzuata tabiiydi. Mesela Köln’de gezen bir Türk işçisini hemen giyim kuşamından, konuşmalarından anlardınız. Halen de öyledir. Her şeye rağmen asimile olmadılar. Çoğu çifte vatandaşlık tercihini kullandı.
Göçmenler bugün Türkiye’de 10 yıldır yaşıyor. Şehirlerimizde dolaşan Suriyeli, Afganlı, Iraklı, Pakistanlı, Bengaldeşli veya Afrikalı göçmeleri hemen tanımak mümkün. Geldikleri konumu çoğu aynen muhafaza ediyor. Bir kısmı da kağıt topluyor. Sinemaya konu oldu ve Kağıttan Hayatlar diye filme de alındı. Göçmenlerin eğitimden istihdama çok sayıda sorunları var. “Suriyeliler artık yük” algısı da iç savaş uzadıkça kronikleşme riski taşıyor. Dolayısıyla Türkiye’deki göçmenlerin topluma entegrasyonuna ilişkin sorunlar aşılamıyor. Resmi veya sivil mülteciler için gerçekleştirilen göç anketlerinden, kamuoyu araştırmalarından sığınmacıların Türkçe konuşmadığı veya konuşamadığı, en çok dil desteğine ihtiyaç duyulduğunu ortaya koydu. Üniversite öğrencisi Mısırlı bir tanıdığım İstanbul Beyazıt’taki böyle bir merkezde çalışıyor, “Her gün onlarca mülteci geliyor. Sorunlarını anlatıyor. Onlara yardımcı olmaya çalışıyorum. Önce dil, sonra barınma, geçinme, sağlık sorunları birbirini izliyor. Ama tercüme etmekten ders çalışmaya vakit bulamıyorum” demişti. Bundan şöyle bir netice çıkıyor korona salgınlı bu günlerden; Türkiye hem göçmen ve hem de şehirleşme politikalarını yeniden gözden geçirmek durumunda.
Normal apartmanlarda yaşayanlar sitelerde yaşayanlardan fazla. Özellikle yaşlı olanların sorunları, ruhsal durumları diğerlerine göre daha yüklüdür. Babaerkil olmayan aileler de ise eğer salgına yakalandılarsa sorun büyüyor. Çünkü yalnız yaşıyorlar. Ataerkil ailelerde de biri salgına yakalansa bütün aile fertlerini bundan etkileniyor. Maişet derdi de üzerlerine eklenince sıkıntı katlanarak büyüyor.
ŞEHİRLERE STİCKER YAĞMURU
Yazlıklara gidenlerin çoğu büyükşehirlere dönmedi. Yazlığını gözden geçirerek devreye soktu. Kiralık müstakil evler, villalar daha fazla revaçta. Komşusunun uzakta olmasını bir nevi virüse karşı bir tedbir olarak gördü. Salgından korunmak için her türlü masraf böylece göze alınıyor. Öyle görkemli oteller de artık cazip gelmiyor salgın dolayısıyla. Butik otellerin sayısı bu yüzden arttı. Bu otellerin pandemi döneminde doğru bir başvuru kaynağı oluşturmak için rehber kitapları hazırlanıyor. 3, 5, 10 veya en fazla 20 odalı oteller bunlar. Yüksek tavanlı odalar, mevsimine göre mönü, gastronomik öncelik, sakin ve yeşillik sanki doğa ananın çağrısı gibi, bağımsız ve romantik, ruhu olan bir mekan böylesi yerler. Hatta tarihi dokusu olan eserler de böyle mekanlara, butik otellere dönüştürülüyor, koca evler, konaklar, müzelik yerler, tarihi mimari örnekleri, bohem bir zerafet, birinci derecedeki tarihi eserler, geçmişin mirası yapılar da bundan nasibini alıyor. Artık böyle bir moda var.
Şehirleşme politikamızda bunların göz önünde bulundurulması gerekir sanıyorum. Bizim sitede bakıyorum biri çocuğuna bisiklet alınca, komşunun çocuğunun gözü orada kalıyor. Ona da bir bisiklet alınıyor. Genç evlilerin oturduğu bir mekanda yaşıyorsanız daire kadar da hem araba ve hem motosiklet de oluyor. Bunları peşinden park yeri sorununu getiriyor. Belli yaştaki çocuklar sadece bisikletle iktifa etmiyorlar paten, kaykay, sticker veya elektrikli sticker de artık teknolojinin ve şehirleşmenin büyümeye başlayan çocuklara bir hediyesi! O zaman yollar, parklar, bulvarlar da buna göre dizayn edilmeli. Bunu hatırlatırken biliyorum daha yeterli bisiklet yolu bile yok. Kırımızı ışıkta geçmeyi, geçiş üstünlüğüne tabi araçların yolunu işgal etmeyi, otobanda makas atmayı magandalar bir kahramanlık sanıyor. Hala apartmanlardaki daire sayısı kadar otopark mevzuatı da henüz yürürlüğe girmedi. Sümen altında bekliyor.
GELECEĞİN ŞEHRİ
İstanbul’da akıllı telefonlar ipi göğüsledi ama henüz akıllı daireler, akıllı apartmanlar, akıllı siteler ve akıllı şehirler yok. Akıllı insanlarımızın sayısı da çok fazla değil böylesi akıllı şehirlerimiz için. Ama kitapları yayınlandı; Herkes İçin Dost Kentler, Kentsel Yaşam ve Sürdürebilirlik, Modernite ve Mimari, Sürdürülebilir Bir Şehir İçin Kentsel Dönüşüm; Göç, Kentleşme, Aidiyet Ekseninde Şehirleri Anlamak, Kentleşme ve Sosyal Politikalar ve nihayet Geleceğim Şehri vs.
Fatih Sultan Mehmet Han şöyle diyor bu konuda yani Şair Avni ;
Hüner Bir Şehri Bünyad Etmektir,
Reaya Kalbin Abad Etmektir!
Dilerim, geleceğin şehri, dünyanın ve tarihin gözbebeği İstanbul, Bursa, Edirne, Şanlıurfa, Diyarbakır, Hatay ve Konya gibi gibi medeniyet kuran mekanlardan doğsun.
Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın tarih, medeniyet, güzel Türkçe ve İstanbul Şairi Yahya Kemal’e ithaf ettiği Beş Şehir adlı eserinde Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul gibi temelinde, yaşamında ve devamında mükemmeliyet olan kentleri anlatır. Çünkü yaşayanların fikri, kültürü ve dili güzeldir, evrenseldir. Dünyada değişik formatta olanları vardır ama aynısı yoktur.
MEKANLARIN VE MAHVİLLERİN ÖYKÜLERİ OLMALI
Günümüze gelince teknolojiler ve gelişmeler aynıdır, ya da birbirinin yakını veya kopyasıdır. Ama şehirleri şehir yapan ise yaşayan insanıdır, dilidir, kültürüdür, fikridir, romanlarıdır, öykü ve destanlarıdır, masallarıdır.
Durum böyle; sorumluluk yerel yönetimlerde, gereği Z neslinde.
Böyle pandemili bir dönemde, salgının had safhada olduğu günümüzde teknolojinin olmazsa olmazı ışığında insanlarımızı, şehirlerimizi, kültürümüzü, yarınımızı yeniden bir kere daha hatırlatmayı değmez mi? Çünkü Covid 19 artık son aylarını yaşıyor. Dolayısıyla dünyanın çelişkileri ve son bir umut kırıntısı ile uzun süre evlerimizde tıkanıp kalıp kentlerimizi ve insanımızı düşünmeye pek fırsatımız olmayacak. Fırsat bu fırsattır; düşünebilmek fırsatı. Hepimiz için, ailemiz ve torunlarımızın çocuklarına kadar uzanan bir nesil için(Şehir ve Kültür’den).