ÖTEKİNİ BELİRLEYEN DEĞİL KENDİNİ BİLEN: KİMLİK
İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür
Sen kendin bilmezsin ya nice okumakdur.
Yunus Emre
Kimlik bir süreç olarak, bir anlatı olarak ve bir söylem olarak daima Öteki’nin konumundan anlatılır (Hall, 1998: 72). Öteki olmaksızın kimliğin de teşekkül etmeyeceğinden dem vurulur. Böylelikle kimliğin oluşumundan ziyade nasıl “belirlendiği” üzerinde durulur. Birileri başkaları için bir kimlik tayin eder ve kimliğin bileşenlerini de olumsuz yargılarla belirler. İnşa ettiği kimliği kendinden mümkün olduğu kadar öteler. Batı dünyasının ürettiği bilgiyi evrensel gerçeklik olarak algılayan ve kabul eden çoksa da kimlikle ilgili bu tavrın evrensel bir mahiyette olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira Batı dünyasının “öteki” karşısındaki tavırları, onların farkçılık zihniyetinden ileri gelmektedir. Nitekim Batı medeniyetine sürekli olarak “üstün farklı” ile “aşağı farklı” arasındaki mücadele şekil vermiştir.
Farkçılığın statü tayin ederek tahakküm aracına dönüştürüldüğü en açık bazen de en sinsi biçimi ırkçılıktır. Irkçılık –gerçek bir “bütüncül toplumsal görüngü”- farklılık işaretlerinin (isim, derinin rengi, dinsel ibadet) etrafında eklemlenen ve korunma ya da ayrım hayalinin (toplumsal bünyeyi arılaştırma, “kendi”, “biz” kimliğini her türlü melezleşme, karışma ve istiladan koruma zorunluluğu) zihinsel ürünleri olan söylemlerde, temsillerde ve pratiklerde (şiddet, horgörme, hoşgörüsüzlük, aşağılama, sömürü biçimlerinde) kayıtlıdır (Balibar, 2000: 25-26). Bu çerçevede Batı dünyasında ötekileştirme tek tek bireylerin olumsuz tavırlarıyla sınırlı arızî bir durum değildir. Çünkü ötekileştirme bilinçli düşünme eşiğinin altında hareket eder ve onunla uzlaşmak için yapılan her girişim, kimliğin mantığında yer etmiş inatçı engellerle ve toplumsal örgütlenmenin yapısal buyruklarıyla karşılaşır (Conolly 1995: 24). Yapısal hale gelmiş bulunan ötekileştirmenin Batı dünyasında hem tarihi kökleri çok derindedir hem de güncellemeler dolayısıyla meşruiyet çizgisine çekilerek yenilenen bir ötekileştirme söz konusudur. Bir zamanlar Hıristiyan olmayanlar, vahşiler, aşağı ırktan olanlar, geri kalmışlar vs. ötekiliğin meşruiyet çerçevesini belirleyen nitelendirmelerken; bugün ötekileştirme teröristler ve kökten dinciler gibi kavramlaştırmalarla yenilenerek devam etmektedir.
Batı dünyasının yapısal özellikleri haline gelmiş ötekileştirici tavırlarına karşılık Türk kültüründe farklılıklar ötelenmemiştir. Farklılıklar kabul edilmekle birlikte, farklı olan öteki konumuna oturtularak “insan” ortak paydasından ayrı tutulmamıştır. Yetmiş iki millete bir göz ile bakmak düsturu birliğin esasını teşkil etmiştir. Farklılıkların yok sayılmadığı ama ayrı da tutulmadığı bu anlayışta gerek Battalgazi gerekse Saltık Baba daveti birliğe yapmışlardır. Osmanlı’da devlet siyaseti haline gelmiş bu anlayışın nasıl bir dünya inşa ettiği, Balkanlardaki hâkimiyetinin son bulmasıyla anlaşılabilmiştir. Nitekim “Balkanlaşma” olarak kavramlaştırılan bir süreç yaşanmış, Türk medeniyet dairesinden uzaklaşıldıkça birlik çözülmüş ve ayrılıkçılık kanlı mücadeleye dönüşmüştür. Kimliğin merkezine “insan” değil “ben” oturtularak, her hakka sahip olduğuna inananlar ile her şeye müstahak görülenler arasında bir mücadele baş göstermiştir.
Günümüzde ötekileştirici kimlik kavgası ve savaşlarının yaşandığı dünyada “Saltık Baba”nın şahsında geliştirilmiş olan hafızaya müracaat etmek bir çözüm olabilir. Çünkü sıkıntılar, tecrübe edilmiş bir medeniyetin hafızasının içinin boşaltılmasıyla ya da toplumsal unutkanlık yaratmak suretiyle ortaya çıkmakta ve büyümektedir. Geçmişten kopuş, köksüzlük demektir. Köksüz olan, akışta sürüklenir, köklü olan ise tutunur ve akıştan beslenir. Bu çerçevede Saltık Baba Türbesi bir hafıza mekânıdır. Bu mekânda gerçekleşen “hatırlama”, kimliğin birlik bileşenlerini hatırlı kılmaktadır. Aksi istikamette esen rüzgâr karşısında ise köklü olmak hafıza mekânında tutunmayı sağlamaktadır. Mazi-hal-istikbal zincirinin bütün olarak vücut bulduğu kimliğe sahip kişi zamana hükmeder, zincirde kopukluk ise zamana mahkûmiyeti ya da zamandan kopuşu doğurur. Hafızamızda kimlik bir inşa süreci olarak ‘olma’nın şuurudur. Olmak, bireyin kendisinin dışındakileri belirlemeye yönelik bir çaba değil doğrudan doğruya bizatihi kendi iç dünyasında başlayan ve sürdürülen bir inşa sürecidir. Ancak kimlik, siyasî arenanın konusu haline geldiğinde, ‘olma’nın değil, mensubiyette önceliğin yegâne ifadesi haline gelmektedir. Böylece sarf edilen gayret de başkasına haddini bildirmekle sınırlanmaktadır. Hâlbuki olmak, Yunus’un ifadesiyle “kendini bilmek” tir. Kendini bilmeye çalışan kişi kalp aynasının sırrına vakıf olarak, onu parlatmakla amacına ulaşabilir. Hilmi Dede Baba’nın (Ö- 1907) bir nefesinde ifade ettiği gibi “ayna” bizatihi kişinin kendisindedir ve orada yansıyan öteki değil, hakikattir: “Tuttum aynayı yüzüme/ Ali göründü gözüme/ Nazar eyledim özüme/ Ali göründü gözüme”. Başka bir ifadeyle, kimliğin ötekinin aynasından belirlenmekle sınırlandırıldığı Batı yorumunun aksine, “mümin müminin aynasıdır” hükmünce, kendimizi kendimizin aynasından bakıp tekrar inşa ederiz.