Galip Ağabey (Erdem) 12 Mart 1997 yılında ebedî âleme intikal etti. 67 yaşındaydı ama son yolculuğuna çıkmak üzereyken başında bulunan Dr. Haluk Tokuçoğlu’na “kendimi beş yüz yıl yaşamış kadar yorgun hissediyorum” diyecek kadar bezgindi. Kısa boylu, çok zayıf ve narin yapılı, solgun yüzlü bu insanın, fiziki görünümüne mukabil, sevgiyle şefkatle dopdolu, bütün hayatını yönlendiren, çevresiyle ilişkilerine hükmeden kocaman bir yüreği vardı. Burada şahsı adına bir ihtirasın, dünyevi bir hevesin ve emelin yer almamış olması belki de en önemli zaafıydı. Bu yüzden üstün zekasını, bilgi, kültür ve birikimini, etkili dilini, kaleminin gücünü kendisi hesabına kullanmayı ömrü boyunca hiç düşünmedi. Daima verici oldu; başkaları için düşünüp çalışmaktan, yardım etmekten dolayı kendine ayıracak vakti olmadı.
Yüreğinin özel bir köşesini daha erken yaşta kapıldığı Türklük aşkına, millet sevgisine ayırmıştı. Dünyaya ve insanlara bakışında kırmızı bir çizgisi vardı; kendisini Türk milliyetçisi sayan, böylelikle milletimize hizmet etme durumunda olan herkes O’nun dostuydu. Bazı konularda farklı düşünseler hatta kendisi aleyhinde olsalar bile tavrı değişmezdi. Yazılarının hiçbirinde hiçbir milliyetçi için eleştirel bir cümle yoktur; konuşma ve sohbetlerinde de kimse hakkında dedikodu yaptığı duyulmamıştır.
60’lılar olarak tanımladığım benim neslimin ve sonraki 60’lı ve 70’li milliyetçi iki neslin fikri ve kültürel bakımdan yetişmesinde, insani ve ahlaki özelliklerinin gelişmesinde, belli bir yaşayış üslubu kazanmalarında çok büyük payı vardır. Bu tesirini teorik anlatımlarla, uzun konuşmalarla değil, kendi yaşama ve davranış biçimiyle, ilişkilerindeki samimiyetiyle, sesiz sedasız fedakarlığıyla yapardı. Yaşıtları ve bizler gibi kendisinden daha küçük yaştakiler için yerine göre bazen arkadaş, bazen ağabeydi, ama her şeyden önce güvenilir ve vefalı bir dost idi. Milliyetçi camia, O’nun ruhi ve ahlaki yapısını, insani özelliklerini ve niteliklerini 12 Eylül darbesi sonucunda yaşanan kıyamet ortamında yakından gördü. Bu ilk bakışta her an yıkılacak gibi duran zayıf yapılı insan, çok kalabalık bir heyetin bile altından kalkamayacağı boyuttaki maddi, manevi ve insani yükleri altı-yedi yıl boyunca hiç şikayet etmeden, usanıp hız kesmeden omuzlarında taşıdı. Mamak davaları sürecinin eziyetini, meşakkatini, maddi ve manevi zorluklarını en iyi bu süreci cezaevinde yaşayan sanıklar, aileleri ve çocukları bilir; bir de Galip Ağabey ve kendisinin “akıl dükkanı” adını verdiği ve içinde olduğu avukat bürosunun çalışanları ve yardımcıları…
Cezaevinde insanlık dışı işkencelere, eziyetlere, koğuşlarda her şeylerini paylaşarak, kader birliği yaparak direnen, zalimlere baş etmeyen ülkücülerin çoğu, değişik tarihlerde tahliye edildiler. 1987’de davaların bitmesinden sonra herkes artık kendi hayatını yaşamaya başladı. Siyasete girenler, ticarete başlayanlar, kamuda ve üniversitelerde görev alanlar oldu. Hayatın bu doğal seyri içerisinde ilişkilerin görünümü ve daha önemlisi yapısı hızla değişmeye başladı. Sadece farklı şehirlere gidenler değil, aynı şehirdekiler bile özellikle siyasi gruplaşmalar sonucu birbirlerinden uzaklaştılar, hatta koptular. Galip Ağabey bu dağınıklığı yakından görüyor, yüreği sızlıyordu. Çok hassas bir yapısı vardı, üzüntülerini anlatarak başkalarını da üzmek istemez duygularını kendine saklardı. O’nun nazarında dostluk ve dostluklar son derece önemliydi. Mezar taşında yazılı olan “En büyük eksiğimiz birbirimizi yeterince sevmeyi hâlâ öğrenememiş olmamızdır” cümlesi ve bazı yazılarının konusu olan “ülkücünün çilesi” 67 yıllık ömrünün özeti sayılabilir.
Davaların bitmesinden sonra çevresi giderek boşalmaya başlamıştı; belli sayıdaki dostlarıyla yetiniyordu. Galip Ağabey, ne 12 Eylül’den sonraki olağanüstü çabalarını ve ne de ondan önce kırk yıldan fazla Türk milliyetçiliğine yaptığı hizmetleri, bir karşılık beklediği için değil sadece inandığı değerlerin gereği gördüğü için yapmıştı. Dünyayı maddi yönleriyle çok erken boşlamıştı. Ama milliyetçilerin, özellikle üzerlerine titrediği ülkücü gençlerin arasındaki gruplaşmalara, hissi kopukluklara, kırgınlıklara engel olamamak, etkisiz kalmak onu çok üzüyor, çaresiz kalıyor, içine kapanıyordu. Bundan dolayı yapılan konferans davetlerini “konuşma ve yazma orucundayım” diyerek geri çeviriyordu.
1993 yılında bir gün, Türk Ocağı Ankara Şubesi’nde “Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri” konusunda konuşma yapacağı duyuldu. Salon doluydu, herkes uzunca süre sustuktan sonra neler anlatacak diye merakla bekliyordu. Kürsüye çıktı, kısa bir selamlama cümlesinden sonra “Arkadaşlar” diye başladı ve “Türk milliyetçiliğinin en büyük meselesi Türk milliyetçileridir” diyerek kürsüden ayrıldı. O gün salonda bulunanlar ve bu konuşmayı duyanlar tek cümlelik hüzün dolu bu anlamlı (ironik) konferansı epeyce konuşup tartıştılar. Ama Galip Ağabey’in değerlendirmesinin haksız olduğunu söyleyen çıkmadı. Daha da önemlisi, bu meselenin öznesi durumundaki milliyetçi kesimde empati yapmak, nefsiyle hesaplaşmak, kendini sorgulamak gibi eğilimler de gelişip alışkanlık haline gelmedi. Galip Ağabey tekrar aramıza dönse ve aynı konuda konuşması istense eminim “eklenecek bir şey görmüyorum” diyerek kürsüden ayrılırdı.
Ağabeyimi bir kere daha her geçen gün artan özlemle, hürmetle, muhabbetle ve rahmetle anıyorum. Ruhu şad olsun.