(ON BİRİNCİ BÖLÜM)
Çünkü günlük hayâtta ve bir ömür boyu gördüğümüz kötülükler, uğradığımız zarar ve ziyanlar bize hep birbirimizden gelmektedir. Eğer bizler birer insan olarak hayâtta birbirimize karşı iyilikten başka bir şey yapmazsak artık kötülük nereden gelecek, zararı-ziyanı kimden göreceğiz,. Demek ki bütün mesele dönüp-dolaşıp yine kendi üzerimizde düğümleniyor veya kendi üzerimizde çökülüyor..,
(3)- Akrabâlara muhtâç oldukları şeyleri vermek. Akraba ve yakınların birbirlerinin yardımına koşmaları ve muhtaç oldukları şeyleri birbirlerine vermeleri cemiyetin fertlerinin birbirleriyle karışıp-kaynaşmalarına vesile olur. Fertlerin birbirleriyle karışıp-kaynaşmaları ise hayâtta huzur, sükûn ve âhenk vesiledir. Cemiyet fertlerinin yakın ve uzak halkalar hâlinde birbirlerine akrâba çıkacakları da göz önüne getirilirse yardımlaşmanın hayâtta nasıl âhenk vesilesi olacağı daha iyi anlaşılır. Muhterem okuyucularımın anlamış olacakları gibi, dinin ve Kuranın bütün gâyesi insanlara huzur, sükûn, refah, saadet ve selâmet yollarını göstermek ve o yollara girmelerini sağlamaktır.
(4)- Kötülüklerden ve çirkinliklerden uzak kalmak. Bir müsümanın ilk vazifesi, başkalarına zararlı olmamaktır. Müslüman, iyilik yapmadığı birçok hususlarda bundan ötürü mes'ul tutulmayabilir. Yâni birçok yerlerde iyilik yapmağa mecbur olmayabilir. Fakat o, yaptığı her kötülükten mutlaka mes'uldür ve cezâsını görecektir. Zirâ kötülükler daha çok kul hakkına girmektedir. İyilikler ise daha ziyâde Allah'ın hakkına girer. Kul hakkını Allah afvetmemekte, onu hak sâhibi olana bırakmaktadır...
Öyle sanıyorum ki, her Cuma günü hutbeden sonra bu ayetin okunmasının sebebi şimdi daha iyi anlaşılmıştır. Zira âyet, cemiyette huzur, sükûn ve nizamı tek başına kurabilecek çaptadır. Gâyet tabii ki anlayan, dinleyen ve tatbik eden bir cemiyet olduğu takdirde... Yoksa, günümüzdeki gibi, sâdece teleffuzculuğu ve teganniciliği yapılırsa böyle bir şey mevzubahis değildir ve kimsenin de böyle bir iddiası olamaz. O halde geliniz, ey müslümanlar, Allah'ın kelâmının teleffuz ve teganniciliğini yapmaktan vazgeçelim de fiiliyatını yapalım. Ne istiyorsa fiilen onu yaşayalım. Eğer böyle yaparsak hem Allah'ın sevgili kullanılın arasına girer, hem de ilel'ebed mes'ud ve bahtiyar oluruz. Esasen azıcık bir düşünce ile, bugünkü müslümanlık anlayış ve yaşayışımızın hatâlı ve kusurlu olduğunu herbirimiz idrâk edebiliriz. Hatâdan dönmek ise fazilettir. Zararın da neresinden dönülürse kârdır. Geliniz, hepimiz, birden hatâdan da zarardan da dönelim. Halis müslümanlar olalım, yaşanması gerektiği gibi yasayalım. O zaman hayâtımız daha zevkli, daha ahenkli olacak.
Bütün bahtiyârlığı ile ebediyetler de bizim olacak. Zirâ Allah'ın kelâmı, hayâtını onun gösterdiği yollarda geçirenlere ebedî saadetten, ebediyetten başka bir şey va'detmiyor. Bizler de ebediyetleri kazanacak kabiliyet ve istidatta yaratılmışız. Geliniz, bu kabiliyet ve istidâtınızı yerinde kullanalım. Ne için ve neye kavuşma kabiliyet ve istidâtında yaratıldı isek oraya yönelelim. Hedefimiz orası olsun. Yaratılış gâyemizden sapmayalım. Yücelerde yaratılmışız. Nahak yere kendi kendimizi esfel-i sâfilîne atmayalım. İşte bakınız, yücelikler için yaratıldığımızı şu anda görür gibi oluyoruz değil mi?
- Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın, savaş için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Ki bu hazırlıklarla Allah'ın da düşmanı sizin de düşmanınız olanları ve bunları ve bunlardan başka sizin bilemeyip de Allah'ın bildiği diğerlerini korkmasınız. Allah yolunda ne harcarsanız ecri size eksiksiz ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. (Enfâl suresi, âyet: 60).
Âyet gâyet sarihtir. Dörtbir yandan düşmanlarla çevrili olan müslümanların, varlıklarını devam ettirebilmeleri için düşmanları karşısında her bakımdan güçlü kuvvetli olmaları gerekmektedir. O halde, düşman karşısında kendilerini güçlü yapacak sebep ve vâsıtalar ne ise onlara sâhip olmak zorundadırlar. Düşmanlarımız karşısında bizi güçlü yapacak vâsıtaların başında hiç şüphesiz ki zamanın harp silâh ve vasıtaları gelir. Demek ki asrın en üstün silahlarına sahip olmamız gerekmektedir. Bu, müslüman oluşumuzun bir icâbıdır. Çünkü Allah bize bunu doğrudan doğruya emretmektedir. Hal böyle iken, bugünün müslüman devletlerine şöyle bir göz atarsak, Allah'ın kendilerine olan bu emrini de gereği gibi yerine getirmediklerini esefle müşahede ederiz. Bugün müslüman devletlerin istisnasız tamâmı, asrın üstün silahlarının hepsine sâhip değillerdir. Üstelik, sahip olabildikleri harp silah ve vâsıtalarının çoğunu da ancak başkalarından temin etmektedirler. Kısacası, bu hususta da sadece teleffuz-teganni müslümanlığı yaptığımız bir gerçektir. Allah, hayâttakilere hitap ederek, düşmanlarına karşı her türlü savaş âlet ve vâsıtalarını hazırlamalarını emredip dururken onların bu emirleri ihtiva eden âyetlerin sâdece teleffuz ve teganniciliğini yapmaları ve okuyup ölülerinin ruhlarına göndermekle iktifa etmeleri garip değil mi? İnsan bir kere bu ve benzeri ayetlere bakıyor. Bir kere, peygamberimiz aleyhisselamın, "Düşmanlarınıza karşı düşmanlarınızın silahlarından daha ustun silah hazırlayın.