Fransa’nın Haguenau bölgesindeki Alsace şehrinde 1841 yılında doğdu. Türkçülük ve Turancılık akımlarına ilham kaynağı olan Fransız yazar ve târihçidir.
Cahun eserinde; Türklerin, Asya coğrafyası içinde çok özel bir yer işgal ettiğini belirttikten sonra şu bilgileri veriyor: ‘Dönemin köklü ve yerleşik kültürlerden Pers, Hind ve Çin'le çevrili bir kültür coğrafyasında yer almalarına rağmen bilinenin tersine bu baskın kültür ortamında erimeden varlıklarını korumaları ve dünya târihinin önemli bir bölümüne hükmetmeleri onları benzersiz kıldığı gibi, diğer yanda bu benzerlik onları sadece kendine özgü bir bozkır medeniyetinin de kurucusu yapacaktır.’
Ziya Gökalp İstanbul’a geldiğinde satın aldığı ilk kitap olan bu romanı okuduktan sonra: ‘Sanki Pan-Türkizm ülküsünü özendirmek maksadıyla yazılmış bir kitap’ diyerek takdirlerini dile getirmiştir. Târihçi, sosyolog, filolog ve yazar Hüseyin Nâmık Orkun da kanaatini; ‘Millî şuurun uyanmasına birinci derecede âmil olan mühim bir eser’ cümlesiyle açıklamıştır.
Romandan bir bölüm:
Ben Isıg gölü kenarındaki Alma dağı yanında doğdum. Oymağımız göçebe yaşar idiyse de babam hoca tutarak beni okutup yazdırmıştı. On yaşımda iken yurdumuz yanındaki çocuklar gibi ata binmeyi, ok atmayı öğrenmiştim. Türk dilini Uygur harfleriyle okumayı, yazmayı bellemiştim.
On beş çağlarında idim ki kızıl ayın son günlerinde babamın sevgili kısrağı kaçtı. Kısrağımız soyu sopu karışmamış temiz bir hayvandı. Değeri de yüksekti. Babam yanaşmalarına buyurdu ki kısrağı nerede ise arayıp bulsunlar, yurda getirsinler.
Kara kışta idik. Karlı ovalarda dizgin boşaltmak, atımı dik yamaçlardan aşağı salmak, buz tutmuş çöller üzerinde koşu yapmak, korkunç çam ormanlarından geçmek, çalılıklar arasından kulaklarını diken tavşanları avlamak için içimden öyle bir istek uyandı ki dayanamadım. Hemencecik babamın yanına girdim yalvardım ki beni de yanaşmalarla berâber göndersin.
Babam bir eyyam düşündü, sonra râzı oldu.
Bana beş yaşında boz bir at verdi. Anam alnımdan öptü. Kendimi av ardına kaptırmamamı iyice ısmarladı, birçok da öğütler verdi; duâ etti.
Ben vedâlaştım, kışlağımızdan çıktım: epeyce yol almış olan yanaşmalarımızın ardından atımı sürmeğe başladım.
Üç gün dolaşılsa da kısrağa rastlayamazlar. Fakat Can Bey iyi eğlenmekteydi. Tavşanlara ok çekiyor, kementle tilkileri kovalıyor, doludizgin yamaçlardan iniyordu.
Derken, soygun ve talanlarla geçinen Tekrinlerin baskınına mâruz kaldılar. Yanaşmalardan biri yaralandı ve öldü. En yaşlı yanaşma Can Bey’e döndü ve ‘Can Bey’ dedi: ‘Altındaki at zelva gibi uçar. Haydi uzaklaş! Sen eminliğe çıkıncaya kadar biz burada vuruşuruz. Atı çay boyunca sür, doğru git, çok geçmez kışlığa varırsın!’
Can Bey, kaçmayı özüne yediremez. Yoldaşlarını korkulu yerde bırakıp gitmek istemez. Yüreği pek, kalbi yumuşak yiğitliği karakterinin aslî unsuru hâline getirmiş her Türk gibi; ‘Onlara ne olursa bana da o olmalı’ diye düşünür. O’nun düşüncesini sezen yaşlı uşak, Can Bey’in atını başlığından yakaladı, yüz adım kadar koşturduktan sonra bıraktı, kasıklarına bir-iki kırbaç savurdu. Sonra yoldaşlarına döndü. ‘-Tanrı korusun Can Bey’i’ dedi.
Kırbaca alışkın olmayan ad deli gibi oldu, soluksuz kalıncaya kadar koştu… koştu…
Can bey, kendisinden ve atından başka hiçbir canlının bulunmadığı beyaz ıssızlıklarda durup bir taraftan atı ve kendisi soluklanırken ne yapacağını düşünüyordu ki, birden bire otuz kadar Tekrin ortaya çıkıverdi.
Mâcera asıl şimdi başlamıştı…