(SEKİZİNCİ BÖLÜM)
Bizim mahallenin bakkalı gâyet dindârdı. Beş vakit namazını kılar. Dükkânında içki satmaz. Harama el sürmez. Kimsenin malında - mülkünde gözü yoktur. Çalıştırdığı işçinin hakkını verir. Darlığı hissedilen herhangi bir malı saklayıp karaborsacılık yapmaz. Komşularıyle gâyet iyi geçinir. Kimseyi incitmez. Mahallede hiçbir kimse ondan kötülük gördüğünü söylemez. Bilâkis herkes onun iyiliğinden, iyilikseverliğinden bahseder. Hâsılı hâlis bir müslümandır.
Bizim mahallenin bir dindâr bakkalını devlet reisi yapsak! Ne dersiniz? Yanlış anlaşılmasın. Dinimizin bütün esaslarını samimi bir şekilde yaşayan insanları küçümsemiyoruz. Bilâkis onları alkışlıyor, takdis ediyoruz. Zirâ kendimiz de, İslâmiyetin esaslarını kusursuz olarak yaşamağa çalışanlardanız. İfâde etmek istediğimiz husus, dindâr olmakla vazifelere ehil olmanın ayrı ayrı şeyler olduğu hususudur. Elbette, işinin veya vazifesinin ehli olan bir şahsın aynı zamanda dindâr da olması harâretle temenni edilen şeydir. Fakat kendi şahsı zâviyesinden dindâr olan veya dindârlık gösterisi içinde bulunan bir şahsın her işe veya her vazifeye ehil olacağını sanmak veya bu iddiâda bulunmak da yanlıştır. Kaldı ki, ruhlara işlemeyen, sâdece şekilcilikte kalan bir dinî hayâtın esasta kişiyi düzeltemeyeceği de mâlumdur. Bugün cemiyette nice kişiler vardır. Beş vakit namazlarını kılarlar. Diğer birçok dini mükellefiyetleri yaptıkları da görülür. Fakat buna rağmen ahlâk, seciyye, şahsiyet ve karakterlerinde herhangi bir fevkalâdelik göze çarpmaz. Bunun sebebi, o kişilerin, dini vazifelerini sâdece bedenleriyle yapmış olmaları, işin sırf şekilciliğinde kalmaları ve ruha aslâ nüfûz edememeleridir. Bu hususları daha önceki paragraflarda izah ve isbât etmiştik. Dindârlıkla ehliyet, liyâkat ve salâhiyetin ayrı ayrı şeyler olduğunu ifâde eden canlı misâller islâm târihinde pek çoktur. Gerek peygamberimiz aleyhisselâmın devrine ve gerekse ondan sonra, İslâmlık esaslarının samimiyetle yaşandığı diğer devirlere ve hassaten Osmanlı - Türk Cihan Devleti'nin ilk zamanlarına bir göz atacak olursak bunun sayısız örnekleriyle karşılaşırız. Hattâ Devletin durmadan büyüyüp ilerlemesinin sebeplerini, vazifelerin behemehal ve mutlak surette ehline verilmiş olmasına bağlamak zorunda kalırız. Yine, bilhassa Osmanlı - Türk Cihan Devletinde, devlet idaresinde üstün liyâkatli şahıslar yetiştirmek maksat ve gâyesiyle birtakım müesseselerin kurulmuş olduğu da herkesin mâlûmudur. Önceleri, va-zifelere üstün liyâkatli şahıslar yetiştiren devlet, sonraları bunu yapamaz olunca kaht-ı ricâl, yâni liyâkatli devlet adamı kıtlığı tâbirinin ortaya çıktığını da hepimiz biliriz. Gerçekten, son asırlarda İslâm âlemi, çok kerre, liyâkatsiz ve ehliyetsiz devlet adamlarının elinde kalmış, bu yüzden de büyük bâdirelere düşmüştür. Günümüzde de yine, en çok sıkıntısını çektiğimiz şeylerden biri; basiretli, ehliyetli ve liyâkatli devlet adamıdır. Müslüman milletler ve hâssaten milletimiz, üstün vasıflı devlet adamlarına kavuştuğu gün, meselelerini çok daha kolay ve çabuk halledecektir.
Yine son senelerde ehliyet, liyâkat ve salâhiyetle iyi niyet de birbirine karıştırılmaktadır. Bir işe veya bir vazifeye ehil olmakla iyi niyet ve şiddetli istek sâhibi olmak ayrı ayrı şeylerdir. Kabul edelim ki çocuğunuz hastalandı.
Hastalık devam edip gidiyor. Çocuğunuzun hastalığının iyileşmesi hususunda bir ana veya bir baba olarak sizden daha iyi niyetli veya daha şiddetli istekli birisi bulunamaz. Fakat ne yazık ki bu kâfi değildir. Zirâ o iyi niyetin ve şiddetli isteğin yanında, sizin, bir de çocuğun hastalığına teşhis koyup tedavi edecek ehliyet ve likâyata sâhip olmanız gerekir. Eğer doktor değilseniz bu ehliyet ve liyâkat sizde yok demektir. Binâen'aleyh, çocuğunuzun iyileşmesi hususundaki bütün iyi niyetinize ve şiddetinize rağmen kendiniz bir teşhis koyup tedâvi uygulayamazsınız. Bu işi ancak onun ehli olan doktor yapabilir. İşte herhangi bir işte veya vazifede de durum böyledir. Bunların yanında aynı zamanda ehliyet, liyâkat ve salahiyet de şarttır. Netice:
- Devlet çarkının kusursuz, arızasız, âhenkli bir şekilde işleyebilmesi ve dâima ileriye gidebilmesi için vazifeler ehline verilecek. Eğer ortalarda vazifelere ehil kişiler yoksa en kısa zamanda yetiştirilecek. Herhangi bir işi veya vazifeyi üzerlerine almayacaklar.
Hayatta bu ilâhî kanuna riâyet etmeyenler "...Allah size, vazifeleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder..." mealindeki âyeti istedikleri kadar dilleriyle okusunlar, okutsunlar, teleffuz etsinler, ettirsinler ve ölülerinin ruhuna göndersinler. Fakat bu halleriyle - İşte günümüzde olduğu gibi - huzursuzluklardan, kargaşalıklardan, zillet ve meskenetten, maddî - manevî perişanlıktan bir türlü kurtulamayacaklarını ve dünyâlarının da ukbâlarının da asla mesud ve bahtiyâr olamayacağını unutmasınlar... (DEVAM EDECEK)