(ALTINCI BÖLÜM)
2- Hakka da'vet edecek kadar bilgili olmalı ve bunun âdâb ve erkânınım bilmeli ve bu âdap ve erkân dâhilinde da'vet işini yapmalıdır. Bir söz vardır. "Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden" der. Yarım-yamalak bilgilerle hakka da'vet işini yapmağa kalkışmak veya bu da'veti usul ve adâbına uygun olarak yapmamak, çok kere fayda yerine zarar getirebilir. Nitekim gerek Kur'ân ve gerekse hadisler bizi bu hususta da uyarmaktadır:
- İnsanları Rabbının yoluna hikmetle, güzel öğütle da'vet et. Onlarla mücâdeleni en iyi yol hangisi ise onunla yap. Muhakkak ki Rabbın, işte O, yolundan sapan kimseyi en çok bilendir... (Nahl suresi, âyet: 125).
- Siz, ey Musâ ile Hârun! Firavun'a gidin. O, hakikaten azdı. Varınca ona mülâyemetle, tatlılıkla söz söyleyin. Olur ki söz dinler, yahut Allah'dan korkar. (Tâhâ suresi, âyet: 43,44).
İşte aziz okuyucularım, görüyorsunuz ki Allah'ın kelâmı hep dirilere hitâb ediyor, dirileri bir kısım vazifelerle mükellef tutuyor, aynı zamanda onların, bu vazifeleri hayâtta iken fiilen yapmalarını istiyor. Hâl, böyle iken, bugün birkısım sözde müslümanlar tarafından onun sâdece ölülerin ruhu için okunup teleffuz edilen bir kitap hâline getirilmesi hazin değil mi? Bize serâpa huzur, sükûn, saâdet, selâmet,... va'deden ve iki cihan saâdetinin yollarını gösteren bu ilâhî kelâmın bir ölü kitabı olmadığını ne zaman idrâk edeceğiz? Onun, Ramazanlarda câmi köşelerinden musikili - âhenkli, tegannî-telâffuz kitabı olmadığını ne zaman anlayacağız. Onu ne zaman dillerimizden öteye, ruhlarımıza sindirecek ve bize getirmiş olduğu yüce ahlâk esaslarını gürdük hayâtta üzerimizde göstereceğiz? Yüzyıllar öncesinden başlayan ve bugün belki de son haddine varmış olan bu hatalı anlayış ve tatbikattan ne zaman döneceğiz? Allah'ın kelâmı Kur'ân; raflarımızın, süslü torbalarımızın, dolaplarımızın,... paha biçilmez hazinesi olmamalı, bil'akis ruhlarımızın paha biçilmez hazinesi olmalıdır. O, raflardan ruhlara geçmedikçe bize ne dünyâda huzur, sükûn, saâdet ve selâmet vardır, ne de âhırette... Olsa bile bu, geçici ve yalancı bir saâdettir. Sonu yine bedbahtlık ve felâkettir... Öyleyse gelin, ey ehl-i İslâm, gafleti de, cehâleti de, ihmali de bir bir kenâra bırakalım. Allah'ın dinim olduğu gibi yaşayalım, kitabını olduğu gibi anlayalım, uyuşuk müslümanlıktan sıyrılalım, hakiki ve hâlis müslümanlar olalım. Zirâ ilâhi irâdenin bizlere yüklediği emânet ayaklar altında çiğnenmektedir. Hakiki hâlis müslümanlar olalım ki, bu emâneti oradan kaldıralım, omuzlayalım ve liyâkatle ilerilere, daha ilerilere, en ilerilere, en yücelere götürelim.
Kur'ân Nedir? (4)
Şüphesiz ki Allah size, vazifeleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder.. (Nisâ suresi, âyet: 58).
Ayet, devlet mekanizması bakımından günlük hayâtın ârızasız ve kusursuz bir şekilde işlemesi için gözönünde bulundurulması gereken en mühim noktaya temâs ediyor. Bu nokta, içtimâi hayâtta hizmet almış kişilerin, işgal ettikleri makam ve mevkiye lâyık ve ehil olmaları meselesidir. Herhangi bir mahalde vazife almış bir insanda şu iki vasıf aranmalıdır:
(1)- Ehliyet, liyâkat, dirâyet ve salâhiyet sâhibi olması.
(2)- Sâlih ve dindâr insan olması. Bunu izâh edelim:
Bilhâssa devlet mekanizmasında vazife alacak şahıslarda aranan bu iki vasıftan birincisi mutlaka şarttır. Onsuz vazife verilemez. Demek ki, bu yeter şarttır. İkinci vasıf bulunmasa da, yerine ve duruma göre, birinci şartın varlığı ile tâyin yapılabilir. İkinci vasıf ise yeter şart değildir. Birinci vasfın bulunmaması hâlinde tâyin yapılamaz. Birinci vasfı ehliyet, liyâkat, dirâyet ve salâhiyet (yetki) kelimeleriyle ifâde ettik. Önce şunu belirtelim ki buradaki ehliyet kelimesinden murat, bugünkü diplomalar veya ehliyetnâmeler değildir. Diploma veya ehliyetnâme sâdece bir belgeden ibârettir. Bu, kişinin behemehâl o vazifeye ehil olduğunu her zaman ifâde etmeyebilir. Ayette geçen ehliyet'ten ve ehil olmak'tan murât, kişinin zâtı itibâriyle fiilen ehil olmasıdır. Bunu bir misâlle açıklayalım: (DEVAM EDECEK)