Türkiye ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında üç yıl önce imzalanan “Suçluların İade Anlaşması” Çin Parlamentosu tarafından onaylandı. Halen Dışişleri Bakanlığı Komisyonu’nda bulunan anlaşma TBMM tarafından da onaylanması durumunda yürürlüğe girecek.
Anlaşma terör suçları nedeniyle itham edilen kişilerin taraf ülkeye iadesini içeriyor. “İade etme yükümlülüğü” başlıklı birinci maddesinde “taraflardan biri bu anlaşma hükümleri uyarınca diğer tarafın talebi üzerine kendi ülkesinde bulunan kişileri, haklarında ceza soruşturması veya kovuşturmasını yürütmek ya da cezasının infazı amacıyla birbirlerine iade etmeyi kabul eder” ifadesi yer alıyor. Bir başka maddesinde ise “İade anlaşmasıyla her iki tarafın kanunlarının iade konusu suça aynı kategori altında yer verip vermemesi önem arzetmez” deniliyor ve “Anlaşmada talep eden tarafın iade talebine konu suçun, siyasi olduğunun değerlendirmesi veya talep edilen tarafın istenilen kişiye sığınma hakkı tanımış olmasının iadeye engel bir durum olduğu” belirtiliyor. Ayrıca “iadesi istenen kişinin ırkı, cinsiyeti, dini, uyruğu veya siyasi görüşü nedeniyle yargılanacağı veya cezalandırılacağına dair sağlam gerekçeler varsa iadenin gerçekleşmeyeceği” ifadesi de yer alıyor.
Metinde yer alan bu maddelerin iade taleplerinin otomatikman uygulanmasını engelleyeceği söylense de, Çin ile böyle anlaşmanın yapılması Türk kamuoyunda endişelere ve tepkilere yol açtı. İçeriği ne olursa olsun bu başlıkta bir anlaşma milli vicdan sahibi herkesi rencide eder. Çünkü Çin yönetiminin “terör” ve “terörist” tanımlamasının uluslararası hukuktaki anlamıyla bağdaşmadığı, insan haklarına aykırı şekilde uygulan baskılara, yapılan zulümlere direnenleri ezmek ve sindirmek amacıyla kullandığı ortadadır. Pekin, özellikle son yirmi yıldır otuz milyon civarındaki Doğu Türkistan halkına, Uygurlara tam bir “soykırım” politikası uyguluyor. Bu bölgenin iki bin yıllık asli sahibi olan Türk halkının millî ve dini kimlikleri yok edilmeye, tarihleri unutturularak mankurtlaştırılmaya çalışılıyor. Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Örgütleri ve çok sayıda Batılı ülke tarafından ağır şekilde eleştirilen Çin, çok güçlü ekonomik, askeri ve teknolojik gücü nedeniyle bu eleştirileri önemsemiyor; iki milyondan fazla insanın tutulduğu toplama kamplarını "sanat ve meslek eğitimi verilen”, işe ihtiyacı olan insanların kendi rızalarıyla katıldıkları “eğitim merkezleri” diye ilan edecek kadar fütursuz davranıyor.
Birleşmiş Milletlerin “kendi belirleyeceği” bölgelerde denetim yapabilmek maksadıyla tahkik heyeti gönderme talebini Pekin üç yıldır kabul etmiyor. Buna karşılık bazı ülkelerden yönlendirebildiği basın mensuplarına, kendince uygun yerlerde özel olarak seçtiği kişilerle röportaj yaptırarak dünya kamuoyunu aldatmaya çalışıyor. Hemen her ülkede medya başta olmak üzere, Çin’in devlet servisleriyle ilişkili kişiler ve lobiler var. Bunlardan Türkiye’de bulunanı kırk yıldan beri herkes biliyor. 70’li yılların başında illegal Türkiye Komünist İşçi-Köylü Partisi'ni kurarak yola çıkmıştı. Amacı anayasal düzeni yıkarak Mao’cu bir düzen kurmaktı. Duruma ve şartlara göre duruşunu, pozisyonunu bir bukalemundan daha hızlı değiştirir. 12 Eylül darbesinden sonraki yıllarda yapılan seçimlerde sürekli en az oyu alan parti özelliğini kimseye kaptırmadı. Yeni yüzyıla girilirken partisinin adını ve görünümünü bir kere daha değiştirerek “ulusalcı” çizgiye kaydı. Kırk yıldır değişmeyen iki özelliği var: 1) Çin yandaşlığı 2) Her seçimde en sona kalarak nal toplaması. Çin’e olan sadakati sebebiyle Doğu Türkistanlılardan nefret ediyor. Pekin’in ağzıyla onları “terörist” ilan etmeye kalkıyor. Ama Türk toplumunun nazarında itibarı olmadığından çabaları Pekin’e yarar sağlamıyor. Çinlilerin kısa bir süre sonra elli yıldır hizmetinde olan bu piyonun çabalarının yarar sağlamadığını görerek rolünü başka bir isme vermesi sürpriz olmaz.
Soğuk savaş döneminin kapanması, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dünyada büyük bir değişim yaşandı. Komünizmin bir devlet sistemi olarak uygulanma kabiliyetinin olmadığı görüldü. İdeolojik anlamda en köklü değişim Çin’de oldu. Perinçek ve ekibinin idolü olan Mao, Çin’de artık sadece tarihi bir hatıra olarak hatırlanıyor. İktidarda gene Çin Komünist Partisi bulunuyor ve devletin kılcal damarlarına kadar etkili durumda. Marksist esaslara göre düzenlenen katı merkeziyetçi otoriter idari sistem devam ediyor. Ancak ekonomik, ticari, finansal sistem tam anlamıyla kapitalist piyasa kurallarına göre yeniden düzenlendi. Kırk yıldır ısrarla sürdürülen ve Marksist doğmalarla çelişen bu hibrit düzenle Çin, son otuz yılda ortalama yüzde on gibi yüksek ve sürekli bir kalkınma hızına ulaştı. Bunu bir milyar üç yüz milyonluk insan gücünü cebri yöntemlerle boğaz tokluğuna çalıştırmakla sağladı. Bugün Çin’de benzeri görülmeyen sosyo-ekonomik toplumsal bir tablo yaşanıyor. Bir yanda 400 milyona yakın gelir seviyesi, satın alma gücü gelişmiş ülkelerdeki kadar yüksek geniş bir kesim var. Bunlar milli gelirin artmasıyla ücretleri son yıllarda nispeten artmış olsa da hala gelişmiş Batılı ülke çalışanları kadar geliri olmayan bir milyara yakın vatandaşlarıyla yan yana yaşıyorlar.
Çin’in milli gelirinin, bu yüksek kalkınma hızıyla 2030 yılında ABD’ni geçeceği tahmin ediliyor. Bir buçuk milyara yaklaşan nüfusu, büyüyen ekonomisi, sanayii, teknolojik ve askeri gücüne dayanarak en büyük küresel hegemonik güç olmak istiyor. Başta Afrika ve Asya ülkeleri olmak üzere dünyanın her yerinde Çin şirketlerinin büyük yatırımları veya ortaklıkları bulunuyor. ABD’nin devlet tahvillerinin en büyük müşterisi Çin. Gücü sadece ekonomik, teknolojik ve ticari konularla sınırlı değil. Bunun alt yapısını oluşturacak nitelikli ve kaliteli insan unsurunu sağlamak amacıyla eğitime büyük önem veriyor. Günümüzde dünyanın en başarılı on üniversitesi sıralamasında ilk üçteki üç Amerikan üniversitesinden sonra dört Çin üniversitesi geliyor. Yıllardır binlerce Çin’li öğrenci Amerika'da okuyup kariyer yapıp ülkelerine dönüyor.
Çin, bir taraftan ekonomik-ticari alanlarda yayılırken siyasi nüfuzunu ve etkinliğini de genişletiyor. Bunda en fazla Müslüman ülkelerin ve Orta Asya’daki Türk devletlerinin etkilendiği görülüyor. Geçen yıl çoğunluğu Batılı otuz ülke, Doğu Türkistan’daki Çin mezalimini kınayan bildiriyi imzalarken aralarında Türkiye dahil hiçbir Müslüman ülke yoktu. Buna cevap olarak Pekin’in yazdırdığı Çin’i masum ve haklı bulan bildirinin altında ise çoğunluğu Müslüman 80 kadar ülkenin imzası vardı. Bunların ortak özelliği güçlü bir ekonomilerinin olmayışıydı.
ABD ve Rusya’nın emperyalist politikalarının ortak özelliği askeri “sert güç”e dayalı oluşlarıdır. Çin ise ekonomik ticari enstrümanları ve insan unsurunu kullanıyor. Sokulduğu yerlere sadece parasıyla, sermayesiyle değil insanını da götürüyor, kolonileştirmeye çalışıyor. Günümüzde Orta Asya’daki dört Türk devleti Çin tehdidiyle karşı karşıyadır. Büyük devlet adamı ve bilinçli bir Türkçü olan Nazarbayev, bu tehlikeyi görmüştü,önlemler almaya çalışıyordu. Çin ile sınır komşusu olmaları, Çin’in kalabalık nüfusunu yerleştirecek alanlar aramakta oluşunun yanı sıra, Türkistan coğrafyasının çok zengin yer altı kaynakları, jeopolitik konumu, ekonomik-askeri kapasitesinin sınırlı olması burasını Pekin’in öncelikli hedefi haline getiriyor. Giderek artacak olan Çin baskısına karşı Türk devletleri aralarındaki ekonomik, siyasi, askeri, sosyal ve kültürel bağları vakit geçirmeden güçlendirmeli, ortak kurumsal yapılar oluşturarak birlikte Çin dahil tüm emperyalist girişimlere direnecek hale gelmelidirler. Doğu Türkistan faciası emperyalizmin ne kadar ciddi bir tehlike olduğunu, hedefini yalnız bulduğunda nasıl vahşice davrandığını gösteren hazin bir örnektir.
Türkiye Çin ile ilişkilerini başta ticaret ve ekonomi olmak üzere elbette her alanda sürdürmelidir. Ancak bu reel politik faktörler, Doğu Türkistan’daki soydaşlarımızı görmezlikten gelecek tavır alınmasına asla yol açmamalıdır. Çünkü ortak bir medeniyetin, kültürün, tarihin, dilin, dinin, soyun değişik coğrafyalarda yaşayan insanlarıyız; bunları yok saymak kimliğimizi inkar anlamına gelir. Çin’e karşı sert politika izleyecek durumda değiliz. Bunu kimse istemiyor. Tersine birçok konuda işbirliğini, ilişkileri geliştirmeliyiz. Ama bunu Doğu Türkistan meselesini yok sayma pahasına yapmak milli vicdanın kaldıramayacağı, tarihimize utançla yazılıp hatırlanacak feci bir yanlış olur.
Doğu Türkistan iki yüz yıldır Çin istilasına karşı direniyor. Dört defa bağımsız devlet olduklarını ilan ettiler; ilkinin başkanı Yakup Han Sultan Aziz adına hutbe okuttu, başa geçirmek için bir şehzadenin gönderilmesini istedi. Ama hem ömrü vefa etmedi hem de Osmanlı kendi canının derdine düşmüştü. Talat Paşa öğretmen ve subay göndererek yardıma çalıştı. Atatürk oradan kaçarak gelen gençleri himaye etti, okuttu. Bunlardan rahmetli Rıza Bekin generalliğe kadar yükseldi. Son bağımsız devlet girişimi 1949 yılında Komünist Çin yönetiminin başlattığı saldırı sonucu yıkıldı. Doğu Türkistan halkının iki yüz yıllık bağımsızlık girişimlerinin hepsi birer kahramanlık destanıdır. On binlerce Türk çeşitli tarihlerde bu uğurda canlarını verdiler. Sonuncudaki direnişin kumandanı olan Osman Batur’un ve kendisinden sonra mücadeleyi sürdürüp babası gibi şehit olan oğlu Şerdiman Osman’ın kahramanlık hikayeleri ne yazık ki yeterince anlatılmadı, dolayısıyla az biliniyor. O sadece Doğu Türkistanlıların değil tarih boyunca Türklerin yaptığı bağımsızlık mücadelelerinin örnek kahramanlarından biridir. Aradaki çok orantısız güç dengesine aldırmayarak on binleri bulan kızıl Çin askerlerine karşı sergilediği destansı mücadele esarete boyun eğmeyerek davası yolunda yiğitçe şehadete yürümesi milli bilinç sahibi herkes tarafından bilinmeli, saygıyla anılmalıdır.
Doğu Türkistan’da 1951 yılından sonra tam bir esaret dönemi başladı. Hayatta kalan bağımsızlık mücadelesi liderleri ve aileleri çaresiz durumdaydı. Ülkeden çıkabilmek için Himalaya Dağlarını aşmaya çalışırken çoğu hayatını kaybetti. İsa Yusuf Alptekin ve Mehmet Emin Buğra gibi sağ kalanlar Türkiye’ye kadar gelebildiler, iltica ettiler.
Bu tarihten sonra başlayan ilticalar döneminde çıkabilenlerin büyük kısmı vatanları olarak benimsedikleri Türkiye’ye geldiler. Ancak Pekin yönetiminin baskıları artarak devam etti. Ancak ne yaparlarsa yapsınlar Doğu Türkistan Türkleri esarete razı olmadılar, dini ve milli kimliklerini terk etmediler. 2009’da Urumçi’de maruz kaldıkları insanlık dışı uygulamaları protesto için toplanan halkın üzerine ağır silahlarla ateş açan Çin Güvenlik Güçleri otuz bine ( evet 30 bine) yakın Uygur’u katletti. Bu cinayetin soruşturmasını yapmak isteyen BM ve Uluslararası İnsan Hakları kuruluşlarının temsilcilerine Çin’e giriş imkanı tanınmadı.
2011’de Suriye’de başlayan iç savaş, Bağdat ve Şam merkezi hükümetlerinin otoritesinin kalmaması bu coğrafyada IŞİD’in yanısıra El Kaide ve türevi cihadist radikal grupların doğmasına ortam hazırladı. IŞİD bir dönem iki ülkede geniş bir bölgeyi kontrol edecek kadar güçlendi. İslam ve Kur’an hakkında yeterli bilgiye sahip olamayan, cihat kavramının anlamını bilmeyen, başta Afganistan ve Pakistan olmak üzere, belli merkezlerdeki radikal akımların etkisinde kalan çok sayıda Müslüman dünyanın her yerinden Cihat’a katılmak niyetiyle bölgeye geldi. Avrupa’nın yanısıra Türkiye’den de birkaç bin insan IŞİD’e katıldı. Şam rejimi Rusya ve İran’ın desteğiyle 2015’ten itibaren önce IŞİD’i ve diğer radikal grupları ardından diğer bütün muhalif güçleri büyük ölçüde etkisiz hale getirdi. Ülkenin üçte ikisinde yeniden kontrolü sağladı. Halen direnmeyi sürdüren iki kesim var:
1) ABD’nin himayesindeki PYD/ YPG.
2) Diğer yerlerden süpürerek İDLİB’de toplanmalarını sağladığı muhalif gruplar.
Bunların sayısının dört milyonu geçtiği biliniyor. İçlerinde El Kaide türevi örgütlere mensup olanlar, IŞİD’den arta kalanlar olduğu gibi, Türkiye’nin desteklediği, ÖSO ( Şimdiki adı Suriye Milli Ordusu) , Suriye Türkmenleri de var. Bu süreçte Doğu Türkistan’dan kaçabilenlerden bir kısmı Türkiye’ye gelirken, bazıları cihat yapıldığını duyduğu Suriye’ye gidip radikallere katıldı. Bunların sayısı kesin bilinmemekle beraber iki bini geçmediği tahmin ediliyor ve halen diğer muhaliflerle birlikte, “Türkistan Tugayı” adını verdikleri örgütleriyle, İdlib’de bulunuyorlar. Bu marjinal ufak grubun varlığını abartarak “Doğu Türkistan’lılar, Uygurlar teröristtir” demek bilgisizlik ve cehalet değilse Çin yönetimine yani zalimlere yardakçılık ve uşaklık yapmaktır; Pekin’in şanlı bir direniş hareketini karalamak maksadıyla dünya çapında sürdürdüğü propagandaya çanak tutmaktır. Tabii herkes ahlakının, karakterinin gereğini yapmak durumundadır. Ama Çin’in siyasi ve parasal ağırlığı ne olursa olsun alemlerin Rabbi, milyonlarca mazlumun dini ve milli kimliklerini korumak, “Kitab”ının ahkamına uymak için nelere katlandığını görüyor, masumların göklere yükselen ahını duyuyor. Sorun sadece bir Türklük ve Müslümanlık konusu değil insanlık meselesidir.
Tartışılan yasa TBMM’den geçmemesi halinde, kimse endişe etmesin; bundan dolayı Pekin Ankara’ya küsüp tepki vermez. Çünkü ilişkilerimizin ekonomik, ticari, siyasi ve stratejik boyutunu ayrıntılarıyla değerlendirecek istihbarata ve politik akla sahipler. Bugünkü asimetrik ilişkilerde bir veriyorlarsa dört kazanıyorlar. Sadece yürütmekte olduğu “Kuşak-Yol” projesi bile ilişkilere stratejik bir anlam yüklüyor. Türkiye Doğu Türkistan konusunu sessizce izleyip, tarafsız görünmek yerine, bir yandan ekonomik ve ticari ilişkileri sürdürürken diğer yandan Pekin’i diplomatik üslupla ikaz etmeli, milletimizin duygularını, endişelerini anlatmalıdır. Gazze’de yaşananlar, Mısır’da Mursi’ye yapılanlar nedeniyle Tel Aviv ve Kahire’ye gösterilen tepkilerin maliyetini göze alan Ankara Pekin’e hiçbir şey söylemeyecek mi? Suskun kalmanın tarihi vebalinin olduğu unutulmamalıdır.