27 Avrupa Birliği üyesi ülke liderlerinin, 10-11 Aralık’ta yapacakları toplantıda Türkiye ile ilgili alacakları karar, her iki taraf açısından büyük önem taşıyor. Fransa, Yunanistan ve GKRY Türkiye’ye “yaptırım uygulanması” amacıyla aylardan beri yoğun bir kulis çalışması yürütüyorlar. Hafta sonundaki Dışişleri Bakanları toplantısında da bu girişimlerini sürdürdüler. Almanya Dışişleri Bakanı Maas’ın toplantı öncesinde “son aylarda Türkiye ile diyaloğu sürdürebilmek için çok çalıştık. Fakat çok fazla provokasyonlar oldu ve Türkiye’nin Yunanistan ve Kıbrıs ile yaşadığı gerilimler doğrudan görüşmeleri engelledi” sözleriyle yaptığı açıklama önemlidir; bu ifade geçen aya kadar Fransa’nın saplantı haline getirdiği ve her platformda ısrarla dillendirdiği “Türkiye karşıtlığı politikası” na karşı daha dengeleyici bir rol oynamaya çalışan ülkesinin tutumunu değiştirebileceği anlamına geliyor. Bunun ne dereceye kadar karar aşamasına geldiği henüz belli değil. Cumartesi günü yayımlanacak toplantı sonuç bildirisinde durum netlik kazanacak.
Kararlar oybirliğiyle alınacak olmasından dolayı muhtemelen “ilişkilerin dondurulması” anlamına gelecek sert bir yaptırım kararı çıkmayacaktır. Macaristan Dışişleri Bakanı iki gün önce “Türkiye Avrupa güvenliğinin temel taşıdır” ifadesiyle ülkesinin Paris-Atina blokunun girişimlerini onaylamadığını gösterdi. AB Komisyonu sözcüsü Peter Stana liderler zirvesi arifesinde daha net bir mesaj verdi: “Türkiye-AB ilişkilerinin birçok yönü var. Türkiye’nin NATO üyesi olduğunu unutamayız. Liderler kararlarını ilişkilerin karmaşık yapısını göz önünde bulundurarak oy birliğiyle vereceklerdir. AB’nin çıkarı Türkiye’nin tutumuna bağlı olarak olumlu bir yönde ilerlemek, yapıcı bir işbirliği ve diyalog içinde olmalıdır.” Toplantıda Avrupalı liderler tarihi ve stratejik bir tercih yapacaklar; Türkiye’nin hayati öneme sahip çıkarlarını, güvenliğini, hakkaniyeti görmezlikten gelerek fanatik bir taraftarlık duygusuyla Yunanistan ve GKRY’ni tercih ettiklerini gösteren bir karar alırlarsa 60 yıldır sürüncemede olan, kağıt üzerinde kalan Türkiye’nin aday ülkelik statüsü büsbütün rafa kalkacaktır. Başbakan Mitçotakis iki gün önceki açıklamada bir gerçeği itiraf etti: “Yunanistan ile Türkiye arasındaki sorunları AB-Türkiye ihtilafı (anlaşmazlığı) haline getirmeyi başardık”. Sadece bu açıklama bile AB ülkelerinin Atina-Paris blokunun tuzağına düştüğünü, rasyonel bir tercih yapamadıklarını, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın belirttiği gibi “stratejik bir körlük” içinde bocaladıklarını ifade ediyor.
Dış ilişkilerimizde doğru bir durum tespiti yaparak, bölgede ve Doğu Akdeniz’de daha fazla gecikmeden bazı stratejik hamleler yapmak zorundayız. Çıkarlarımızı ve güvenliğimizi sağlamak için bugün yaşadığımız “yalnızlık çemberi” ni kırmalıyız. Türkiye, coğrafi konumundan, askeri, ekonomik ve insani potansiyelinden, jeopolitiğinden yararlanarak bunu başarabilir. Müslüman Kardeşler muhabbeti bize çok pahalıya mal oldu. Mısır, İsrail ve hatta Şam rejimiyle ilişkilerde yeni bir sayfa neden açılmasın? Bu ülkelerin Paris - Atina blokuna eklenmesi engellenebilirdi; gecikilse de her şey bitmiş değil. Sadece Doğu Akdeniz’de değil, ABD içerisinde de “dost lobiler”e ve gruplara ihtiyacımız var. Bunları sağlamadan önümüzdeki dönemde Washington’un ve Beyaz Saray’ın muhtemel yaptırım kararlarına ve PYD/YPG devleti kurma girişimlerine, Rum yanlısı politikalarına sadece Ankara’dan yapılacak girişimlerle engel olamayız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 Kasım’da hem AB’ne hem ABD’ne ve yeni Başkan Biden’a önemli mesajlar verdi: “Kendimizi başka yerlerde değil Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyor, dostlarımızla müttefiklerimizle daha güçlü işbirliği halinde olmak istiyoruz. AB’nin bize verdiği sözleri tutmasını, ayrımcılık yapmamasını, en azından ülkemize yönelik aleni düşmanlıklara alet olmamasını bekliyoruz.”
ABD ile ilgili olarak da: “Amerika ile uzun yakın müttefiklik ilişkimizi, bölgesel ve küresel tüm meselelerin çözümünde aktif olarak kullanmak arzusundayız” açıklamasını yaptı. Aynı günlerde İbrahim Kalın Brüksel’e gönderildi; bazı AB üst düzey yöneticileriyle görüşme yapılarak Paris-Atina blokunun yaydığı olumsuz hava kırılmaya çalışıldı.
Bu arada hukuk ve yargı reformu yapılacağı, ekonomide istikrarı sağlamak amacıyla ciddi adımlar atılacağı açıklamaları bu konularda içeriden ve dışarıdan yapılan yoğun eleştirilere cevap niteliğindeydi. Fakat hukuk ve yargı konularındaki reform vaadi, Liderler Zirvesinin sonuç bildirisinde bizimle ilgili eleştirilerin sıklet merkezini oluşturması beklenen çok sert ve hatta suçlayıcı ifadeleri önleyebilecek mi, göreceğiz. Keşke bir süredir Türkiye’nin en önemli meselesi haline gelmiş bulunan hukuk ve yargı konularında çok daha önceden ciddi adımlar atılabilseydi. Yargının tarafsız ve bağımsız olmadığı, başta coğrafi teminat, terfi ve tayin olmak üzere, hakim güvencesinin bulunmadığı, meslekte çok ciddi bir kalite zafiyetinin yaşandığı, yürütmenin gücü ve etkisi karşısında yargı erkinin ezilip kaldığı, AYM ve AİHM kararlarının bazı alt mahkemelerde yok sayılabildiği bir ortamda, hukuk devleti ve demokrasi iddiaları sözden ibaret kalır; gerçekler ortada iken belli bir siyasi çevrenin dışında kimse ikna olmaz. Nitekim en büyük ekonomik ve ticari muhatabımız olan NATO, Avrupa Konseyi, AGİT ve AİHM gibi çok önemli kurumsal ilişkilerimiz ve bağlarımız bulunan Batı dünyasında yüksek düzeyde bir hukuk devleti ve demokrasimizin olduğuna kimse inanmıyor. Bu kanaatin yaygın olmasının sonuçları en fazla ekonomik konularda yaşanıyor. Wolkswagen’in Manisa’da yeni model araçlarının yapılacağı, binlerce insanımıza istihdam sağlayacak büyük bir fabrika için, hazırlıkların tamamlanıp karar aşamasına gelindiği günlerde şirketin yetkili bir yöneticisi tesisi Türkiye’de yapmaktan vaz geçtiklerini, bunun ekonomik değil “siyasi” bir karar olduğunu açıkladı. Geçen yıl ülkemizden 13 milyar doları bulan bir sermaye çıkışı oldu. Türkiye’nin büyük çapta yatırım yapacak dış kaynaklara, yabancı sermayeye ihtiyacının olduğunu herkes kabul ediyor. İlgili bakanlarımız bunu açıkça ifade ediyor, Cumhurbaşkanımız Türkiye’nin bir “fırsatlar ülkesi” olduğunu belirtip bizzat davet ediyor. Ama Katar’ın dışında bu davetlere icabet eden Batı’lı yatırımcılar hukuki ve siyasi ortamı elverişli görmediklerinden gelmeye yanaşmıyorlar. Üstelik gelmiş olanları da tutamıyoruz.
Oysa 2001’de yaşanan ekonomik ve finansal krizden kurtulmak maksadıyla büyük yapısal reformlar yapılmış, Merkez Bankası siyasetçinin kontrolünden çıkarılmış, BDDK ve TMSF gibi bağımsız çalışan kurumlar ihdas edilmiş, 30’dan fazlasının tasfiye edildiği bankacılık sağlam bir alt yapıya kavuşturulmuştu. AK Parti 2002’de tek başına iktidara geldiği sırada ekonomik düzenlemeler (reformlar) yapılmış toparlanma dönemine geçilmişti.
Uluslararası ekonomik şartlar da elverişliydi; Türkiye’ye on yıla yakın bir süre bol miktarda yabancı sermaye geldi Bugün eksi 30’lara düştüğü ileri sürülen Merkez Bankası’nın döviz rezervi 2008’de 145 milyar dolara ulaşmıştı, fert başına düşen milli gelir 12 bin dolara yaklaşmıştı. Bu dönemde Merkez Bankası’nın Başkanlığını yapan Durmuş Yılmaz’ı, ardından halefi Erdem Başcı’yı uluslararası finans çevreleri “en başarılı Merkez Bankası Başkanı” seçerek takdirlerini ifade etmişlerdi. Bu iki başkanın başarıları elbette rastlantı değildi. Bağımsız olduklarından serbestçe karar alıp uyguluyorlardı. Ayrıca çok nitelikli bir personel yapısı oluşturulmuştu. Bankaya eleman alırken siyasetçilerin verdiği isimleri değil, liyakati ve mesleki kariyeri esas alıyorlardı. Böylelikle çoğu ABD üniversitelerinde yüksek lisans ve doktora yapmış olan, bazıları Dünya Bankası gibi önemli kuruluşlarda çalışan “beyinleri” oralara gidip mülakat yaparak Türkiye’ye getirdiler. Bu uzmanların hazırladıkları rapor ve değerlendirmelere göre işlerini başarıyla yürüttüler.
Ancak iktidar değişmediği halde ekonomik politikalarda 2014’den itibaren farklı bir tavır ortaya çıkmaya başladı. MB’nın faiz ve fiyat istikrarı konularındaki uygulamalarını yanlış bulan, iktidara yakın bir gazetede kümelenen bazı akademisyen ve yazarların oluşturduğu grup, MB yönetimini ve ilgili Bakanı hedef alan yoğun bir kampanya başlattı. MB Başkanı Erdem Başçı ve yakın çalışma ekibi, belli kalemlerin yanı sıra sosyal medya ve görevli troller kullanılarak yalan haberlerle, asılsızlığı bilahare anlaşılacak olan suçlamalarla yıpratılmaya, liderin nazarında itibarsız hatta zararlı hale getirilmeye çalışıldı. 2016 Nisan ayında beş yıllık görev süresi biten Erdem Başçı yurt dışına gönderilirken bütün üst düzey kadrosu bankadan kovuldu; Türkiye’nin ekonomisini, maliye ve hazinesini tek yetkili olarak yöneten bakanın ve mesai ekibinin dört yıl zarfında neler yaptıkları ortada. Oluşan büyük hasarı onarmak kolay olmayacak. Çünkü uluslararası politik ve ekonomik konjonktür önceki gibi uygun değil; dış ilişkilerdeki sorunlar tabloyu daha da ağırlaştırıyor. Korona salgını bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de sosyo-ekonomik düzenin işleyişini ciddi şekilde bozuyor. Ekonomik birikimler bilinçsizce tüketildiğinden, kamudaki israfın önüne geçilemediğinden büyük bir kaynak sıkıntımız var. Asgari ücret artık halkımızın büyük kısmının ortak yaşama standardı haline geldi, yoksulluk ve işsizlik yaygınlaştı. Birçok Batılı ülke korona mağduru iş yeri sahip ve çalışanlarına destek verirken bunları gıptayla izleyip, çaresizliğimize üzülüyoruz.
Dileriz ülkemizi yöneten siyasi iktidar mevcut tabloyu doğru okuyarak, nerelerde yanlış yapıldığını görüp bunlarla cesaretle yüzleşerek bu krizin en az hata ile atlatılmasını sağlar. Türkiye tarihinin en ağır sorunlarıyla karşı karşıyayız. Meseleyi iktidar-muhalefet hesaplaşması haline getirmekten mutlaka kaçınmalıyız; tıpkı Millî Mücadele döneminde, değişik fikir ve görüşten insanların oluşturduğu Birinci Meclis’te olduğu gibi tek yürek halinde bu sorunları aşmak amacıyla seferber olmalıyız. Siyasi hesapları ertelemeliyiz. Mustafa Kemal, Büyük Zafer’in ardından, Yunanistan’ın Anadolu’yu işgal projesinin başlıca mimarı ve yürütücüsü olan Venizelos’a elini uzatıp barışmış, Balkan Antantı’nın kurulmasını, genç Cumhuriyet’in dış tehdit olmadan iç sorunlarıyla meşgul olmasına ortam hazırlamıştı. Günümüzde hiçbir devlet tek başına güvenliğini sağlayamaz. Dışarıya karşı hamasi söylemler, yöneticilerini aşağılayan ifadeler içerde taraftarları coşturup, siyasi bir kazanım sağlamış görünse de, bu duygusal tavırların ülkeye yararı olmaz. İhtiyacımız altı doldurulmayan hamaset, öfke, şahsi duygular ve tercihler değil, akıldır, bilgidir, sağduyu ve basirettir. Mustafa Kemal bu yolu tercih ettiğinden başarılı olmuştu.