Yaman ARIKAN

Dilbilimci - Yazar

Kur'ân Nedir?

(BİRİNCİ BÖLÜM)

Bu sorunun cevâbına geçmeden önce, bugünün müslüman topluluklarının Kur'ân denince ne anladıklarını ve tatbikattaki durumun ne olduğunu kısaca gözden geçirmekte fayda vardır.

 Asrımızın müslümanı Kur'ân hakkında öylesine sakat, sakim ve hatâlı bir anlayış ve tatbikat içindedir ki, bunu ancak, yürekler acısı, utanç verici, yüz kızartıcı,... gibi kelime ve tâbirlerle ifâde etmek mümkündür.

 Esâsen, sözde Kur'ân'a mensup olduklarını ve ona inanıp-bağlandıklarını iddiâ eden bu insanlar, eğer böylesine hatâlı, sakîm ve sakat bir anlayış içinde bulunmasalardı, asırlardır sürüp giden bugünkü mâddi-ma'nevi perişanlığa düşmezlerdi.

 Zirâ bilenler bilir ki, bu ilâhî ve muhteşem kitap baştanbaşa hayât, medeniyet, terakkî ve hamle ruhu ile yüklüdür. Böyle olmasına rağmen, günümüzün müslümanı nazarında onun bunlarla, âdetâ hiçbir alâkası yoktur.

 Yirminci asrın şaşkın ve uyuşuk müslümanı Kur'ân'a, kâh bir ölü kitabı nazariyle bakmakta ve öyle değerlendirmekte, kâh bir ses-teganni-âhenk kitâbı nazariyle bakmakta ve öyle değerlendirmektedir. O; tozlu raflara, dolaplara, torbalara, ... hapsettiği Kur'ân'a ancak bir ölüsü olduğu veya ses - teganni - âhenk dinlemek istediği zaman ihtiyâç duymaktadır. Bir ölüsü olunca, onu oradan çıkarır veya çıkartır.

Hayvanların da müşterek olduğu bir et parçası (dil) ile ve sesle onun lâfızlarını teleffuz eder veya ettirir. Sonra yine o tozlu mahalle koyar. Aynı şekilde Ramazanlarda, mevlidlerle, kandillerde, ... yine ölülerinin ruhuna göndermek üzere onu o tozlu yerden alır. Açar. Kendisiyle hayvanların da müşterek olduğu aynı dille ve sesle yine okur veya okutur. Sonra aynı tozlu yere yine koyar. Ve, bir ömür boyu bu hareketler böylece tekrârlanır durur. Hâsılı, asırlar öncesinden başlamış olan ve akıllara durgunluk veren bu fâhiş derecedeki yanlış anlayış ve tatbikat, günümüzde de olanca dehşetiyle devam etmektedir. Bir ömür boyu, Allah'ın kelâmının teleffuz ve teganniciliğini yapan şaşkın müslüman, bir defacık olsun onun ölülere mi yoksa dirilere mi hıtâb ettiğini düşünmemektedir. Bugünün müslüman topluluklarında Kur'ân'a karşı takınılan tavıra ve tatbikattaki duruma bakılırsa o ilâhi kelâm, dirilere değil, ölülere gelmiştir; dirilere değil, ölülere hitâb etmektedir...

Bugünün manzarasına bu kısa bakıştan sonra şimdi esasa dönelim. Önce şunu ifâde edelim ki, Kur'ân ölülere değil, dirilere hitâb eder. O, ölülere gelmemiştir, dirilere gelmiştir. Allah'ın dini mezardakilere mi geldi ki, o dinin kitâbı olan Kur'ân mezârdakilere gelmiş olsun veya mezardakiler için kullanılsın! Meselenin iyice aydınlığa kavuşması bakımından, bazı hususları burada maddeler hâlinde kaydetmek zorundayız:

1- Din canlılara ve canlıların yeryüzünde görülenlerinden de hâssaten insanlara hıtâb eder.                           
2- İnsanın varlığı beden ve ruh olmak üzere iki kısımdan müteşekkildir.                                                                
3- Dine muhâtap olan beden değildir, ruhtur.                                                                                           
4- Beden gibi ruh da gıdâlanmağa ve hastalık hâlinde tedâvi edici ilâçlara muhtâçtır.                                     
5- Bedenin gıdâları ve ilâçları bildiğimiz gıdâlar ve ilâçlardır. Ruhun gıdâları ve ilâçları ise ibâdetler ve dinin gösterdiği diğer esaslardır.
6- Mâddi gıdâlarla ilâçlar bedeni besler veya hastalık hâlinde tedâvi eder. Dinin gösterdiği ruhi gıdâlar da ruhu besler veya hastalık halinde tedâvi eder.
7- Beden, ancak hayâtta olduğu müddetçe gıdâlar-ilâçlar alabilir, ancak hayâtta olduğu zaman kendisine gıdâlar-ilâçlar tatbik edilebilir, ancak hayâtta olduğu zaman gıdâların - ilâçların faydasını görebilir. Ruh da böyledir. O da ancak bu dünyâda iken gıdâlar-ilâçlar alabilir, bu dünyâda iken almış olduğu gıdâların faydası olabilir.                                                                                   
8- İnsan, bu dünyâ hayâtında iyi veya kötü birtakım ruhi vasıflar edinir. Bunlar, günlük hayâtta karakter, seciyye, ahlâk, şahsiyet, ... gibi kelime ve tâbirlerle ifâde edilir. Bunların hem müsbet hem de menfi yönleri vardır. Bir kimsenin seciyye ve ahlâkı iyi olabileceği gibi, kötü de olabilir. İşte kişinin gerek dünyevî ve gerekse uhrevî saâdet ve selâmeti bu vasıflara bağlıdır.                                             (DEVAM EDECEK)