Hülagü Han, Moğol İmparatorluğu'nun kurucusu Cengiz Han'ın torunu, İlhanlı Devleti'nin kurucusu Mengü Kağan'ın kardeşidir.
1255 yılında ağabeyi Mengü Han tarafından Ortadoğu'da henüz ele geçirilmemiş toprakların fethedilmesi için görevlendirilir.
Hülagü, 1258 tarihinde Bağdat'a girerek Abbasi Halifesi Mutasım'ı keçeye sarıp Moğol atlarının ayakları altında ezdirerek öldürtür. Şehirde katliamlara başlar ve şehri yağmalatır. Kadın, yaşlı, çocuk, hamile demeden bazı kaynaklara göre 200 bin, bazı kaynaklara göre de 400 bin kişiyi katleder.
Cami, hastane, saray ne varsa hepsini yakıp yıkıp yok eder. Kütüphaneleri ve tarihi eserleri yakar, yıkar. Milyonlarca dini ve ilmi eserin büyük bir kısmını Dicle Nehri'ne attırır. Hülagü'nün zalimliğini ve acımasızlığını anlatmak için Dicle Nehri’nin günlerce kan ve mürekkep aktığı söylenir.
Hülagü bir gün, şehrin dışına kurduğu karargâhında, o beldenin en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirir.
Bu haber, âlimler arasında korku ve endişeye sebep olur. Kimse Hülagü tarafından öldürülmek korkusuyla bu davete icabet etmek istemez.
Bu haber zamanın genç âlimlerinden Kadıhan'a da ulaşır. Kadıhan ufak tefek, tıfıl bir genç olup da hahenüz sakalı bile çıkmamıştır.
Daveti kabul ettiğini söyleyerek, Hülagü ile görüşmeye gidebileceğini ve bunun için de kendisine bir deve, bir keçi, bir de bir horoz verilmesini ister.
Böyle bir fedainin ortaya çıkması ulema sınıfını ziyadesiyle rahatlatır. Çünkü bir kurban bulunmuştur.
Hülagü’nün şerrinden korkan ulema sınıfı bu isteği hemen yerine getirir.
Kadıhan, hayvanlarla birlikte çadıra varır. Hayvanları çadırın dışında bırakarak içeriye girer ve kendini tanıtarak, davet üzerine görüşmek üzere geldiğini söyler.
Hülagü, genci şöyle tepeden tırnağa süzer ve beklediği tipte biri olmadığını görerek, “Bana göndermek için bula bula seni mi buldular, gönderecek başka birini bulamadılar mı?”diye sorar.
Kadıhan gayet sakin bir şekilde “Görüşmek için iri yarı, boylu boslu birini istiyorsan, bir deve getirdim. Sakallı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Eğer gür sesli birisiyle görüşmek istiyorsan horoz getirdim. Üçünü de çadırın önüne bıraktım. Onlarla görüşebilirsin” der.
Hülagü, genç delikanlının verdiği bu cevap üzerine, karşısındakinin sıradan biri olmadığını anlar ve “şöyle otur bakalım” diyerek, kendisine yer gösterir ve ilk sorusunu sorar. “Söyle bakalım, beni buraya getiren sebep nedir?” diye sorar.
Kadıhan gayet sakin bir şekilde; “Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Allah'ın bize verdiği nimetlerin kıymetini bilemedik. Esas gayemizi, Allah’a kul olmayı unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük. Zevk ve sefaya daldık. Bütün bunların neticesi olarak Cenab-ı Allah da bize verdiği nimetleri geri almak üzere seni gönderdi” der.
Hülagü ikinci sorusunu sorar: “Peki, beni buradan kim gönderebilir?”
Bu soruya verilen cevap çok dikkat çekici olup, oldukça da manidardır.
“O da bize bağlı. Biz benliğimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bize verilen nimetin kıymetini bilir, zevk ve sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen buralarda duramaz gidersin.”
Günümüzde İslam Alemi ne kadar perişan ve dağınık bir durumda ise, emin olunuz ki, bunun yegâne müsebbibi İslam Ülkelerinin kendileridir. Şöyle ki,
Bugün İslam Ülkelerine şöyle bir baktığımız da görünen manzara tam bir perişanlık arz etmektedir. Bir kısmı istisna tutulacak olursa, bütün İslam ülkeleri birbirleri ile mücadele halinde bulunmaktadır. Bu da yetmiyormuş gibi, maalesef bazıları da Batının uşaklığına soyunup, Siyonist İsrail’le bile iş birliği yapmaktan imtina etmemektedirler. İşin daha da üzücü tarafı ise, bazı İslam Ülkeleri açıktan Türkiye düşmanlığı yapmaktadırlar. O Türkiye ki, Dünyanın neresinde haksızlığa maruz kalan, ezilen bir mazlum varsa onların yardımına hiçbir karşılık beklemeden koşmaktadır.
Bu cümleden olarak, İslam Ülkelerinden başta Mısır, Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn gibi ülkeler olmak üzere, Filistin davasına ihanet etmek pahasına, Siyonist İsrail’in yakın dostu olmuşlar, buna mukabil bütün Müslümanlara kol kanat germeye azami derece de gayret eden Türkiye’ye açıktan muhalefet eder hale gelmişlerdir. İşin daha da üzücü tarafı ise, Afganistan, Irak, Suriye ve Libya gibi İslam Ülkeleri yakılıp yıkılırken, bu ülkeler de bir milyonun üzerinde kadın, kız, çocuk acımasızca katledilirken, milli varlıkları yağmalanırken, maalesef İslam ülkeleri bu duruma sadece seyirci kalmışlardır.
İslam Ülkeleri böyle de Türk Cumhuriyeti Devletleri sanki, faklı mı? Onlar daha bin beter bir vaziyette bulunmaktadırlar. Bilindiği üzere bugün can dostumuz Azerbaycan ile Ermeni Çeteleri arasında kıyasıya bir savaş yapılmaktadır. Azerbaycan 30 yıldan bu tarafa Ermeni işgali altında bulunan Karabağ topraklarını kurtarabilmek için büyük bir mücadele vermektedir. Biz Türkiye olarak, kayıtsız ve şartsız, her ne şekilde olursa olsun, Azeri kardeşlerimizin yanında olduğumuzu açıklamış bulunmaktayız. Yapılan bu taahhüt de lafta bırakılmayıp maddi ve manevi her türlü destekverilmektedir.
Türkiye sahip olduğu kıt imkanlara rağmen, din kardeşlerine ve Azerbaycan’a yardım etmeye gayret ederken, diğer Türk Cumhuriyetleri ne yapıyor? En az 126 yıl Rus esaretinde kalmış, başta Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan olmak üzere bazı ülkeler Azerbaycan’a karşı tavır aldılar. Bu devletler, azılı bir Türk düşmanı olan, Ermenistan’ın tarafındalar. Bunlar utanmadan, sıkılmadan, hiçbir vicdan azabı duymadan Ermenistan’ı desteklediklerini açıklamış bulunmaktadırlar. Bu durum karşısında ne diyeceğimi bilmiyorum. Üzüntüm sonsuzdur.
Bu arada İran’ı da unutmuş değilim. İran’dan da bahsedeceğim, fakat hangi gruba dahil edeceğimi bilemiyorum. Suriye’de bir milyona yakın kendi vatandaşını acımasızca katleden, nüfusunun yarıdan fazlasını mülteci duruma düşüren, eli kanlı katil Beşar Esed’e destek veren bir ülkeye bir İslam ülkesi denebilir mi bilmiyorum. Herhalde dense dense nevi şahsına münhasır bir İslam ülkesi denebilir.
Diğer taraftan bünyesinde 20 milyondan fazla Azeri Türk’ü barındıran bir İran, kardeşlik hukukunu bir tarafa bırakarak, Azerbaycan- Ermenistan Savaşında gözünü kırpmadan Ermeniler tarafını desteklediğini, hiçbir şekilde saklamaya, gizlemeye lüzum görmeden açıkça beyan etmektedir. Bu haliyle Türk Cumhuriyetleri grubuna da dahil edilmesi imkân dahilinde bulunmamaktadır.
Bu durumları nazarı itibara alarak, İran’ı Allah’a havale etmekten başka çare bulamıyor ve yazımı ŞURA Suresinin 30. Ayetinin meali ile bitiriyorum:“Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir.”
Not. Kısmen, İlayder’in yazısından alıntı yapılmıştır.