İnsan, kendi varlığının farkında olan, kendini gerçekleştirmek -inşâ etmek- üzere bu dünyada bulunan, çevresini “dünya” haline getirerek kültür ve uygarlıklar yaratan bir varlıktır. İnsan ile onun ürünü olan kültür arasında çift yönlü bir etkileşim vardır. İnsan kültürü yaratır; kültür de bir anlamda insanı... Her insan, tek bir varlıktır; birbirinin tıpa tıp aynısı olan iki insandan söz etmek mümkün değildir.
Bu durum, insanoğlunun birey ve toplum olarak ürettiği her şeyin, bütün düşünce ve fiillerin özgün olması sonucunu doğurmaktadır. Tarihte gerçekleşen her olay özgündür ve o dönem koşulları içinde ancak “anlaşılabilir”; doğal bir olgu gibi açıklanamaz.
“Anlama” ve “açıklama” kavramları, 19. asırda, teknolojik başarıların da etkisiyle hayatın, hatta varlık alanının bütününde egemenlik iddiasında olan “Positivistler”in, bilim adına sergiledikleri, Marksizm’le en ileri noktayı yakalayan determinizm ve fatalizm kokan tavırları karşısında, insanla ilgili gerçekliğin, yine insandan kalkarak “başka bilim” le “anlaşılması” gerektiğini ileri süren bazı filozoflar tarafından yeni bir metot arayışı sürecinde kullanılmışlardır. 19. asırda ve 20. asrın ilk yarısında, insanlık için yeni bir ufuk demek olan bu “başka bilim” ve yeni metodoloji arayışının, teknolojik gelişmelerin kamaştırdığı gözler tarafından yeterince fark edildiğini ve öneminin anlaşıldığını söyleyebilmek pek mümkün değildir. Ancak, bugün gelinen noktada, artık, “insanın dünyaya bakış açısının radikal olarak değişmesi” gerektiğini söyleyen etkili ve yetkili isimler vardır.
İnsanlığın geleceği hakkında kafa yoranların içinde, artık tarihin sonuna gelindiğini ya da uygarlıklar çatışmasının eşiğinde olduğumuzu iddia edenlerin yanında, insanlığın yeni bir başlangıç noktasına ihtiyacı olduğunu ısrarla belirten Brzezinski ve “yeni bir uygarlık yaratma” noktasına gelindiği kanaatinde olan Tofler vardır. Amerikada, Carter döneminde üst düzey görevlerde de bulunmuş olan Brzezinski’nin şu tespitleri ilgi çekicidir:
“Her ne olursa olsun, gelişmiş dünyada bilimin sınırları sonuna kadar zorlanacak ve insanoğlunun iç ve dış boyutlarını öyle değiştirecektir ki, bu, insan varlığının temel karakterinde bile etkili olacaktır. Umuyoruz ki daha uzak bir gelecekte, modern bolluk döneminin ve bilimdeki son gelişmelerin yarattığı ruhsal boşluğun farkına varılır ve modern toplum artık dikkatlerini yeniden hayatın felsefî ve ruhsal yönüne çevirir. Böylece, insanların şu anda sahip olduğu ve hatalı bir biçimde kontrol ettiğini sandığı gücün yerine, toplumsal olarak insanları daha birbirine bağlayıcı yeni ahlâki kriterler ortaya çıkabilir. Artık, merkezi olarak örgütlenmiş resmi dinin insanların sosyal hayatında yeniden etkili olabileceğini düşünmek doğru bir inanış değildir. Bu nedenle, tarihi gelişimin dinamiğinden etkilenen insanoğlunun ruhsal sağlığı için yeni bir başlangıç noktası bulmak gerekir”
İnsanlık, içinde bulunduğumuz zaman diliminde, tarihte benzeri görülmemiş bir “değişim” sürecinin içine girdi. Bu sürecin en belirgin özelliği, “zaman” ve “mekan” kavramlarının, “zihinde” var olduklarının bütün çıplaklığı ile anlaşılması ve postmodern arayışların zihinleri altüst etmesidir. Artık, “Katı Olan Her Şey”in buharlaştığı gizlenememektedir. Artık, “uygarlık” sorgulanmaktadır. Bu konuda yüksek sesle düşünenler az değildir; Toynbee ve Ikada gibi:
“Uygarlık diye adlandırdığımız gelişme teknolojide, bilimde ve gücün kişisel olmayan bir biçimde kullanılışındaki gelişmedir; dürüstlükte yani ahlâkta bir gelişme değildir. Her teknolojik gelişme beraberinde bir güç artışı getirir ve güç de iyiye veya kötüye kullanılabilir. Günümüz toplumunun en ürkütücü yanı teknolojinin sağladığı gücün son zamanlarda şimdiye kadar görülmemiş bir ölçüde ve oranda artmasına karşın, çok büyümüş olan bu gücü kullananların ortalama ahlâk -veya ahlaksızlık- düzeylerinin ya sabit kalmış ya da daha aşağılara düşmüş olmasıdır”.
Konuyu, her türlü çıkar hesabından ve önyargılardan uzak olarak, sağduyu ile ele almak, bir zorunluluktur. Her geçen gün, insanlığın geleceği açısından telafisi mümkün olmayacak hasarlar meydana getirmektedir. Şu andaki bilgilerimize dayalı olarak söyleyecek olursak, insanoğlunun yaşayabileceği başka bir dünya yoktur. Öyleyse, bu dünyanın, insanın ve diğer canlıların uyum içinde yaşayabileceği bir yer olma özelliğini bozan her türlü faaliyet, mutlaka ciddiye alınmalı ve olumsuzluğun durdurulması için gerekli önlemler ihmal edilmemelidir. Bu hususta, insanoğlu en etkili yardımı dinden alabilir.
İnsanlık yeni bir medeniyetin eşiğindedir. Bilgi, üretim ve değerler başta olmak üzere, tüm alanlarda birinci derecede etkili bir faktör haline gelmiştir. Din olgusu, bütün dünyada, yeniden yükselen değer olmuştur. Sosyal değişmenin hızı, olup bitenleri anlamayı bir hayli güçleştirmektedir. ”Koşullar ülkeden ülkeye farklıdır, ama tarihte hiçbir zaman şimdiki olduğu kadar çok sayıda, kollektif olarak mantıklı bir eğitim görmüş ve son derece geniş bir bilgi yelpazesiyle donanmış insan olmadı. İstikrarsız bir düzey bile olsa, insanlara toplumsal ilgi ve eylem için gerekli zaman ve enerjiyi sağlayacak kadar yüksek bir refah düzeyine, bu kadar yaygın olarak da geçmişte hiç ulaşılmamıştı. Seyahat etme, iletişim kurma ve başka kültürlerden öğrenme olanaklarına da geçmişte bu kadar çok kişi hiç sahip olmadı. En önemlisi, barışçı bir şekilde gerçekleştiği taktirde, zorunlu köklü değişimden bu kadar çok yarar sağlayacak, bu kadar geniş kesimler de hiç olmadı.
“Seçkinler, ne kadar aydınlanmış olurlarsa olsunlar, kendi başlarına yeni bir uygarlık yaratamazlar. Bunun için bütün insanların enerjisi gereklidir. Ama bu enerjiler mevcuttur, harekete geçirilmeyi beklemektedir”
Bilgi Çağı’na geçiş sürecine girmiş olan insanlık, doğal olarak yeni, evrensel ve köklü arayışların içine girmiştir. Artık, ”Yeni bir uygarlık yaratmak” tan söz edilmektedir. Şöyle bir düşünecek olursak, bu uygarlık yaratma yarışına katılmanın, insanlığın geleceğine karınca kararınca katkıda bulunmanın, öncelikle bir insanlık borcu olduğunu hemen görebiliriz. Üstelik, bizim, bu konuda söyleyecek çok sözümüzün olduğu bilinen bir gerçektir. İşte Ahmet Yesevî’nin, Yunus Emre’nin, Mevlana’nın, Hacı Bektaş Velî’nin insana bakışı... Sımsıcak sevgi dolu, evrensel değerlerle yüklü bir bakış açısı... İşte, temelde insan için gelmiş olan, insanın en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirmesine katkıda bulunmak için gelmiş olan İslâm dini... İşte, henüz kendisini anlamak isteyenleri bekleyen, kökü asırlara dayanan zengin Türk kültürü...
Düşündüğümüz zaman, açlıktan kıvranan, fakat, zengin bir hazinenin üstünde oturduğunu düşünmek bile istemeyen insanlar gibi olduğumuzu acı bir şekilde görebiliyoruz. Kendi zenginliklerimizin, kendi değerlerimizin farkında değiliz. Oysa insanlık, bu değerlerin hasretini çekmektedir. İnsanlık tabir yanlış değilse, “yeni bir din arayışı süreci”ne girmiştir. Aslında aranılan dinin adı bile bellidir: İslâm. Fakat, bırakın arayanları, Müslümanların bile İslâm’ı çok iyi bildiğini söyleyebilmek mümkün mü? Oysa, bugün, hem Müslümanların hem de bütün insanlığın İslâm’ın insanlığa armağan ettiği evrensel güzelliklere ihtiyacı vardır. Tarihimiz, bu evrensel güzellikleri gerçekleştirmeyi başarmış Hacı Bektaş Velî, Yunus Emre gibi müstesna insanlarla doludur. Ancak, eleştirel bir yaklaşımla tarihimizi yeniden okumaya, bizim olan, bizi biz yapan değerlerimizi yeniden keşfetmeğe ve insanlığın doğal akışının istikametini belirleyerek, kendimize uygun bir yer bulup, “yeni bir uygarlık” yarışına bir an önce katılmaya ihtiyacımız vardır. İşte Hacı Bektaş Velî, önümüzde bir yıldız gibi parlamaktadır.
II
Hacı Bektaş Velî, Türk kültürünün en önemli köşe taşlarından birisidir. Anadolu’nun İslâmlaşma ve Türkleşme sürecinde etkili olmuş; kalıcı izler bırakmıştır. Onun din anlayışını ve inanç sistemini ortaya koyabilmek için öncelikle, onun, yaşadığı ortamın birtakım özelliklerinin iyi bilinmesi lazımdır. Değerli ilim adamı sayın Prof. Dr. E. Ruhi Fığlalı’nın bu konudaki tespitleri gerçekten dikkat çekicidir:
“..Türk tarihinde Onüçüncü asır, Selçuklu Devletinin, siyasî, ictimaî ve iktisadî buhranların sonu gelmez tazyiki altında can çekiştiği, istikrarsız ve huzursuz bir devridir. Yine bu devirde vukû bulan Moğol istilası, mutasavvıfların yorumuyla, dizlerinin dermanı kesilmiş, gözlerinin feri sönmüş İslâm dünyasında Allah’ın yeni bir doğuş (halk-ı cedîd) için insanların başına musallat ettiği bir kahır ve celâl tecellisi olmuştur. Gerçekten bu isitila ile, Orta Asya, Irak-Suriye ve Anadolu üçgeni arasında yaşayan çok değişik inanç ve kültürlere mensup kütleler şaşkınlık ve kararsızlık içinde bunalmış; bir manevî ümid ve istinad noktasına bağlanmak zaruretine düşmüştür.
“İşte Hacı Bektaş Velî, bu çaresiz ve mustarip kütleleri engin sevgi, birlik ve kardeşlik anlayışıyla Islâm tasavvufunun zengin ve mûnis şevk ve imân potasında mayalayıp ‘yeniden doğuş’u, ‘halk-ı cedid’i gerçekleştiren uluların, kahramanların ön saflarında yer alır. O, tıpkı Ahmed Yesevî gibi, Mevlânâ gibi, Yûnus gibi, müslümanlığı bir sünger hassasiyeti ile emip bünyesinde erittikten sonra onu tasavvuf kalıbı içinde tekrar Islâm âlemine sunmuş olan ulu mutasavvıflar kafilesinin bir halkası olarak iktisadî krizler, siyasî, askerî, ictimâî buhranlarla temelleri sallanan cemiyeti ele almış, ondan taze, sağlam ve yepyeni bir terkip meydana getirmiş; ümidi ve dayanağı kaybolmuş Türkmenleri bir cihad ruhu ile yeniden ayağa kaldırmıştır
Horasan’da, muhtemelen 606/1209-1210 yılında doğan Hacı Bektaş Velî, ilk tahsilini Nişabur’da tamamlamış, Arapça ve Farsça’yı kitap yazabilecek kadar iyi öğrenmiş, Yesevî ocağında manevî terbiyesini tamamlamıştır. Daha sonra, Horasan’dan kalkarak Anadolu’ya gelmiş, Sulucakarahöyük’e yerleşerek bir meş’ale gibi etrafını aydınlatmaya başlamıştır. Hacı Bektaş Velî’nin 63 yaşında iken 669/ 1270 yılında vefat ettiği, konu hakkında araştırma yapanlardan pek çoğunun ortak kanaatidir.
III
Hacı Bektaş Velî’yi iyi anlayabilmek için, Ahmet Yesevî’ye kadar uzanmakta fayda vardır. Hacı Bektaş Velî, Ahmet Yesevî’nin Kur’ân’dan aldığı feyizle ateşlediği, Türk insanın gönül dünyasının aydınlığını da beraberinde taşıyan ilim, irfan ve mâna meş’alesini Anadolu’da yeniden tutuşturmakla kalmamış; aynı zamanda asırlara uzanan ve parlaklığından hiçbir şey kaybetmeyen bir ışık kaynağı olmuştur. Ahmet Yesevî tarafından ana çizgileri belirlenen, Hacı Bektaş Velî tarafından geliştirilen ve daha sonra Bektaşilik olarak tarihteki yerini alan gönül seferberliğine dayalı Tasavvufî harekete Türkçe’nin, Türk edebiyatının, Türk san’atının, çok şeyler borçlu olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.
Ahmet Yesevî, Türklerin İslâm’ı Türkçe anlayabilmeleri için bir kapı açmıştır. Onun “Hikmetleri” ni Türkçe söylemesi, Türk dili açısından önemli bir adımdır. Nitekim, Türkçe’nin dil ve edebiyat açısından hak ettiği yeri alması ile ilgili adımların arkası gelmekte gecikmemiştir. Bu doğrultuda Yunus’un, şiirleri ile Türkçe’nin abidevî örneklerini verdiğini görmekteyiz. Eğer iddialar doğru ise, Karamanoğlu Mehmet Bey’e her yerde Türkçe’nin kullanılması ile ilgili fermanı yazdırtan Hacı Bektaş Velî olmuştur. Bektaşîlik, Türk dilinde ve Türk san’atında millî motiflerin ön planda tutulduğu bir okul görevi görmüştür. “Bektaşî babaları, başka şeyhler gibi uzun medrese tahsili görmüş adamlardan olmadıkları gibi, Bektaşî dervişleri de ekseriyetle halk arasından yetişmiş, sâde insanlardı. Bu sebeple Acem dil ve edebiyatına kıymet vererek tamamen onu taklit edecek yerde, millî dil ve edebiyata kıymet veriyorlardı”.
Ahmet Yesevî’nin Türkçe söylediği “Hikmetler”i, kendi ifadesiyle “mâna-yı Kur’ân”dır. Kur’ân’ın Allah kelamı olduğuna şeksiz şüphesiz inanan Ahmet Yesevî, “Kul huva’llah sübhâna’llah’ı vird eylesem,/ Bir ve Var’ım didarını görür müyüm?” diye sormakta ve gerçek Allah aşkıyla ilgili olarak şöyle demektedir: “Aşk bağını mihnet ile göğertmesen, / Hor görülüp şom nefsini öldürmesen, / Allah deyip içine nur doldurmasan, / Vallah, billah sende aşkın nişanı yok./ Hak zikrini can içinden çıkarmasan, / Üç yüz altmış damarını tepretmesen, / Dört yüz kırk dört kemiğini kül kılmasan, / Yalancıdır, Hakk’a âşık olanı yok”.
Ahmet Yesevî’nin günümüze kadar ulaşan “Hikmetleri” dikkatlice incelendiğinde, onların, Kur’ân’ın ruhunun Türk insanının gönül dünyasında mayalanması sonucu şiir kalıplarına dökülen özlü sözler, gönülden kopup gelen deyişler olduğu hemen farkedilmektedir. Ahmet Yesevî, ilmin, ilmiyle amil olan âlimin üstünlüğünün farkındadır. O şöyle der : “Hal dili ile ben A’mayı döğdüm; / Hakikat söz ile cahili söğdüm. / Eğer âlim olsa, sadaka canım; / Işitip anla inci, cevher sözüm./ Inci, cevher sözüm âleme saçsa, / Okuyup anlasa, Kur’ân’ı açsa, / O âlime canım kurban kılarım; / Bütün ev-barkımı ihsan kılarım. / Hani âlim, hani âmil yâranlar? / Hüda’dan söylese, siz can veriniz. / Gerçek âlim yastığını taştan kıldı; / Anladığı şeyi âleme dedi. / Kendini bildi ise, Hakk’ı bildi; / Hüda’dan korktu ve insafa geldi”.
Kur’ân, imân esası olarak şu üç önemli hususun altını çizer: Allah, ahiret, nübüvvet.
IV
Bir kimsenin İslâm dairesi içine girebilmesi için, Allah’a, ahiret gününe ve Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna ve Kur’ân’ın Allah katından Hz. Muhammed’e vahiy olarak geldiğine iman etmiş olması gerekmektedir. Ahmet Yesevî’nin hikmetleri, onun, Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed’in peygamberliğine, ahiret gününe şeksiz şüphesiz, hem de Kur’ân’ın istediği şekilde inandığını göstermektedir. O, ibadetlerin öneminin de farkındadır: “Namaz, oruç, tevbe üzere varanlara, / Hak yoluna girip ayak koyanlara, / Bu tevbeyle ahirete varanlara, / Bağışlanmış kullar ile sohbet vardır”.
Yesevî Ocağı’nda manevî terbiyesini tamamlamış olan Hacı Bektaş, Ahmet Yesevî’nin farkettiği güzellikleri, daha bir evrensel çizgiye çeker. O, öncelikle akıl-iman münasebetine açıklık kazandırır: Ona göre “imân akıl üzeredir” . O, şöyle der: “ Şimdi şu da bilinmelidir ki Rahmanın aslı iman, şeytanın aslı ise şüphedir. Fakat imana şüphe katmak güçtür. Çünkü iman akıl üzeredir; akıl sultandır ve ten içinde imanın naibidir. Sultan giderse naib nasıl durabilir? Meselâ: İmân bir hazinedir; Allah’ın lanetlediği iblis bir hırsızdır. Akıl hazinedardır. O halde hazinedar giderse, hırsız hazineyi ne eder? Bir söze göre de iman, koyun; akıl çoban ve iblis kurttur. Çoban giderse kurt koyunu ne yapar?”.
Hacı Bektaş Velî, Kur’ân’da belirtilen imân esaslarına inandığını, âyetlerden deliller de göstererek tek tek belirtir
Din, insan için, insanın en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirebilmesi için bir araçtır. Din, ahiret için değil, bu dünya içindir. Ahirette dine ihtiyaç yoktur. Din denildiği zaman akla ilk gelen de, iman esasları olmaktadır. Hacı Bektaş Velî’nin “imanın akıl üzere” olduğunu belirtmiş olması, onun İslâm’ın inceliklerini çok iyi bildiğinin bir kanıtıdır.
İmân alanı, doğrudan insan ile Allah arasındaki bir alandır. Her insan, aklıyla Allah’ın var olduğu düşüncesine ulaşır; hür iradesi ile inanmaya karar verir ve böylece İslâm dairesine girmiş olur. Bir insanın Müslüman olabilmesi için neye, nasıl inanması gerektiği konusunda belirleyici olan yegane bilgi kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Hz. Peygamber, Kur’ân’ın dışında yeni bir inanç esası getirmemiştir; fakat, ihtiyaç hasıl olduğunda, Kur’ân’da belirtilen temel esasların açıklamasını yapmıştır.
Kur’ân açısından baktığımız zaman, imanın bireysel bir hadise olduğunu görürüz. Hiç kimse, bir başkası adına inanamayacağı gibi, hiç kimse, bir başkasının nasıl inanacağını da belirleyemez. Kur’ân, “Kimse kimsenin günahını çekmez” âyetiyle, önemli bir ilkeyi ortaya koymuştur. İslâm’a göre, kurtuluş bireyseldir. Tek başına inanan bir mü’min, hakettiği takdirde, kendi başarılarının doğal sonucu olarak kurtuluşa, gerçek saâdete ve mutluluğa ulaşır. “Her insan için ancak çalıştığının, hakettiğinin karşılığı vardır” anlamındaki âyet, bu konuya nasıl bakmamız gerektiğini göstermektedir. Kitle halinde, topyekün kurtuluştan sözetmek, bir mezhebin, bir gurubun, bir cemaatin hep birlikte cenneti garantilediğini düşünmek, hem Kur’ân’ın temel ilkelerine, hem de insan gerçeğine aykırıdır.
Hacı Bektaş, imân-akıl bağlantısını sağlam bir şekilde kurarak ve Kur’ân’ı ön planda tutarak imân noktasında evrenseli yakalamıştır.
Kur’ân, bilerek inanan, bilerek yaşayan insan tipini gerçekleştirmek istemektedir. Kur’ân’a göre insan Allah’ın halifesidir. Göklerde ve yerde olan her şey insanın emrine verilmiştir. Allah’ın halifesi olan insan, öncelikle kendi varlığının farkında olmak zorundadır. Bunun için de, insanın, “Bilmediği şeyin ardına düşmemesi” gerekmektedir. Bilmek, temelde “insanın kendini bilmesidir”. Koca Yunus, “İlim ilim bilmektir; / İlim kendin bilmektir. / Sen kendin bilimezsen; / Bu nice okumaktır” dizeleriyle, insanın kendini bilmesinin önemine dikikat çekmiştir. Hacı Bektaş Velî de Makâlat’ında şöyle der: “Eğer, muhiplere, Çalap Tanrı’yı nasıl bildin derlerse, onlara şöyle cevap verirler: Çalap Tanrı’yı kendimizden, kendimizi de Çalap Tanrı’dan bildik. Sözümüzün delili, Hazreti Aleyhisselam’ın buyurduğu şu hadistir: ‘Her kim kendini bilirse, şüphesiz Rabbini bilir’. Muhiplerin sözlerinin hakikatı insanın kendi içindedir; başka yerde arayan nasıl bulacaktır? Bu sebeple bir insan kendini bilmeyince Tanr’yı nasıl bilecek ve görecektir? Nitekim Çalap Taalâ buyurur: ‘...Biz ise ona, ilim ve kudretimizle sizden daha yakınız; fakat siz (yapılmakta olan işleri) görmüyorsunuz’.(Vakıa, 85). Bir âyette de şöyle buyurur: ‘ ...ve biz ona şah damarından daha yakınız..’(Kaf, 16)”
Kur’ân’ın gerçekleştirmeyi hedef edindiği bilinçli insan, kendi varlığının farkında olduğu için, Allah’a karşı sorumluluklarının ve görevlerinin de bilincindedir ve bunların gereklerini yerine getirmeye çalışır. Yüce Yaratıcı’nın yerine getirmemizi istediği temel ibadetler, yine bizim içindir. Namaz insanı kötülüklerden alıkoyar; oruç, insanın Allah’a saygısını artırır, Allah’tan sakınmasını sağlar; hac, insanda tarih bilincinin gelişmesine vesile olur; zekat, sosyal dayanışmayı ve toplumsal barışı getirir.. Temel İslâmî ibadetler, Müslüman insanın hayatı bir alışkanlık halinde sürdürmesini engelleyerek, onu yaşadığının farkında olan bir insan haline getirir. Ahmet Yesevî gibi Hacı Bektaş Velî de, ibadetlerin insan açısından arzettiği önemin farkındadır. Her ibadetin Kur’ânî dayanaklarını da dile getirerek, ibadetlerin önemini vurgular.
Ahmet Yesevî, Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bektaş Velî gibi evrenseli yakalamış gönül erlerinin en önemli özelliklerinden birisi, akıl-vahiy bütünlüğü çerçevesinde insan gerçeğini iyi anlamış olmalarıdır. İnsan “Allah’ın halifesi”dir. İnsanın madde üzerinde tasarruf hakkı vardır; insanın en belirgin vasfı aklıdır. Aklı dışlayarak bir yere varmak mümkün değildir. Aynı şekilde, insanın duygusal boyutunu görmezlikten gelmek de mümkün değildir. Akıl, vahiyle bütünleştiği zaman, duygu ikliminde adım adım insanı mükemmele yaklaştırabilir.
İnsanoğlu, en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirmek için bu dünyadadır. Din, bir bütün olarak, bu konuda insanın en büyük yardımcısıdır. Dinin, insan için, insanın iyiyi, doğruyu ve güzeli gerçekleştirebilmesi için araç görevini hakkıyla yerine getirebilmesi, öncelikle din hakkında doğru bilgiye dayalı bir husustur. Kur’ân’ı anlamadan, Kur’ân’ın evrensel ilkelerini egemen kılmadan iyi Müslüman olmak herhalde pek mümükün değildir. Yüce Yaratıcı, Kur’ân’ın bir “öğüt” olduğunu, “şifa ve rahmet kaynağı”, “iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayıran bir furkan” olduğunu, “kurtarıcı” olduğunu belirtmekte ve anlaşılmak için indirildiğini açıkça ifade etmektedir. Kur’ân iyi anlaşıldığı zaman, din ve din anlayışının birbirinden ayrılması kolaylaşır.
Kur’ân, “ataların dini zihniyeti” adı altında geleneğin dinleştirilmesini şiddetle eleştirmektedir. Şu âyetler dikkat çekicidir: “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine ve Allah’ın elçisine gelin!’ dendiği zaman, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter’ derler. Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler! Ey inananlar! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduktan sonra, (yoldan) sapanın size bir zararı dokunmaz. Hepinizin dönüşü Allah’adır, O yapmakta olduklarınızı size bildirecektir”. “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiği zaman: ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler. Ya ataları bir şey düşünemeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler!”.
Kur’an’ın bu ve benzeri âyetleri, evrenseli yakalayan büyük kafaların tıpkı Hz. İbrahim gibi, eline baltayı alıp, dinleştirilen gelenekle nasıl mücadele ettiklerini ve hangi güçlüklerle karşılaştıklarını hatırlatmaktadır. Bizim peygamberimiz Hz. Muhammed aleyhisselam da, diğer peygamberler gibi, “ataların dinini değiştirmekle” suçlanmıştır. Hz. İbrahim, putların kendilerini korumaktan bile aciz olduklarını çevresindeki insanlara gösterebilmek için, bütün putları kırar, sadece büyük putu sağlam bırakır ve baltayı da onun omuzuna asar. Bu durumu gören o toplumun ileri gelenleri Hz. İbrahim’e :”Ey İbrahim! bunu tanrılarımıza sen mi yaptın? diye sorarlar. Hz. İbrahim’in verdiği cevap, putperest zihniyetin yerle bir edilmesi anlamına gelmektedir: “Belki onu şu büyükleri yapmıştır, konuşabiliyorlarsa onlara sorun!”. İşte bu nokta, temelsiz olan her türlü görüşün, kanaatin, fikrin erime noktasıdır; bundan sonrası, çoğu zaman kaba kuvvettir. Nitekim Hz. İbrahim yakılmak istenmiştir; Hz. Muhammed öldürülmek istenmiştir…
Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş Velî, Mevlâna, Yunus Emre gibi, bırakın içinde yaşadıkları zaman dilimini, daha sonraki asırların bile kabına, kalıbına sığmayan gönül dostları, tıpkı Hz. İbrahim gibi, ellerinde balta ile “Ataların dini zihniyeti”yle mücadele etmişlerdir. Tarih boyunca, fikirlerin, olayların önemini fark edemeyen sığ beyinler, daima şekilde boğulmuşlar ve şahıslarla uğraşmayı marifet zannetmişlerdir. Ahmet Yesevî’yi, onun “Hikmetleri”ndeki derinliği kavrayamayanlar, sudan sebeplerle onu yıpratmaya kalkışmışlardır. Oysa o, İslâm’la yeni tanışan Türklere, Türkçe ile Kur’ân denizinden damlalar taşımaya; hakikat aşkıyla susamış gönülleri, doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayıran “Furkan”la tanıştırmaya çalışmaktadır. O, küçük hesaplar peşinde değildir; o aşk denizinde yüzmektedir. Ahmet Yesevî, kendi halini şöyle anlatır: “Aşk sırrını beyan kılsam âşıklara, / Tâkat kılmaz, başını alıp gider dostlar. / Dağa, taşa başını vurup, kendinden geçip/ Çoluk çocuk, evden barktan geçer dostlar./ Aşk şiddeti başa düşse, âşık neyler; / Bîgâneler taşlar atıp ona güler; / Divane diye başını yarıp kana bular; / Şâkir olup hamd ve senâ söyler dostlar./ Aşk cevheri dipsiz deniz içinde pinhan; / Candan geçip cevher alan oldu canan; / Hevesliler âşıkım der, yolda kalan; / Dinlerini değersiz pula satar dostlar./ Aşksızların hem canı yok, hem imanı; / Resûlullah sözünü dedim. mâna kânı; / Nice desem, işitici, bilen hani? / Habersize desem, gönlü karışır dostlar”.
Ahmet Yesevî, şikayetlerinde haksız da sayılmaz. İnsanlık tarihi, özellikle zihniyet değişikliği teklifi ile insanların karşısına çıkanların, topluma yeni ufuklar, yeni hedefler gösterenlerin çok ciddi zorluklarla karşılaştıklarının örnekleri ile doludur. Ahmet Yesevî, Hikmetleri’nden birinde, haksız yere nasıl beşyüz kamçı yediğini şöyle anlatır: “Işittiler Baba Mâçin o zamanda, / Ahmed adlı bir şeyh çıkmış Türkistan’da;/ Sohbet kılmış kız ve erkek ile orda; / Men’etmeğe Türkistan’a geldi dostlar./ …. Yüz kişi hem gelse, tutabilmez idi;/ İki kişi tutup onu hem bağladı; / Hem o zaman beşyüz kamçı sayıp vurdu; / Ne âh dedi, ne vah dedi, bilin dostlar”.
V
Ahmet Yesevî’nin “Hikmetleri” dikkatlice tahlil edildiği zaman, onun Kur’ân’ı merkeze alan, mezhepler üstü bir din anlayışına sahip olduğunu hemen fark etmek mümkündür. O, hikmetlerinde herhangi bir mezhebin savunuculuğunu üstlenmez. Onun derdi, karınca kararınca Kur’ân hakikatlerini anlatmaktır.
İslâm’ın güzelliklerini, inceliklerini anlamaya başlayan bir kimse, öncelikle, mezheplerin, dinin anlaşılma biçimi ile ilgili farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkmış olan beşerî oluşumlar olduğunu hemen fark eder. Bütün mezhepler, insan ürünüdür. Bütün mezhepler, dinin anlaşılma biçimi ile ilgili tezahürlerden ibarettir. Adı ne olursa olsun, hiçbir mezhebin İslâm dini ile özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Bu doğrultuda şu iki hususun belirtilmesinde fayda vardır: Birincisi, herhangi bir mezhebe mensubu olmak, İslâm’a mensup olmak gibi anlaşılmamalıdır. Hiç kimse, mensup olduğu mezhepten dolayı, cennete, ya da cehenneme gitmez; çünkü, İslâm’da kurtuluş -veya tersi- bireyseldir. Herkes hakettiğinin karşılığını bulur. İkincisi, bir kimse, kim olursa olsun, hangi mezhebe, ya da meşrebe mensup bulunursa bulunsun, eğer Allah’a, ahiret gününe, Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanıyorsa, Müslümandır, İslam dairesi içindedir; Allah’a şirk koşmayan iyi işler yapan her insan cennete gidebilir.
Her insan, kendi hür iradesiyle inanır; kendi arzusuyla Yüce Allah’ın istediği gibi bir insan olmak için çaba sarf eder. Bu bakımdan, Kur’ân’ın sağladığı ortak zeminde, her insanın din anlayışının mutlaka özgün bir boyutu vardır. Bu insanın varlık yapısından kaynaklanan doğal bir sonuçtur. İnsanın sosyal bir varlık olduğunu düşünecek olursak, temelde bireye bağlık olarak şekillenen anlayış farklılıklarının toplumsal bir boyut kazanmasının da doğal olduğunu söyleyebiliriz. Toplumun içinde bulunduğu sosyo-politik, kültürel, iktisadî, coğrafî vs. koşullar, din anlayışının farklılaşmasında etkin olmaktadır.
“Din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşması” şeklinde tanımladığımız mezhepler, esas itibariyle, müslümanların, İslâm’ı her çağda en iyi şekilde anlamak ve yaşamak gerektiğinin bilincinde olduklarının bir göstergesidir. Hz. Muhammed, din anlayışında bir “model” ortaya koymuştur. Müslümanlar, bu “model”i göz önünde tutarak, iman açısından belirleyici tek bilgi kaynağının Kur’ân olduğu gerçeğinden hareketle, içinde yaşanılan her zaman diliminde, insanları mutlu edecek sağlıklı din anlayışını üretmek durumundadırlar. Bu İslâm’ın evrenselliğinin ve sosyal değişmenin doğal sonucudur. Ne var ki, zamanla, din ve din anlayışı farkı ortadan kalkmış; bir zenginlik belirtisi olan din anlayışındaki farklılışmaların statik nitelik kazanarak adeta din gibi algılanır olmuştur.. Böylece, doğal olarak değişmesi gereken mezheplerin görüşleri dondurulmuş, bir anlamda mezhepler dinin birtakım fonksiyonlarını üstlenmişlerdir. Oysa, büyük mezhep imamlarından hiçbirisi, başlangıçta bir mezhep kurucusu olarak ortaya çıkmış değildir. Mezhep imamlarının etrafındaki, sosyal şartlara göre ortaya çıkan oluşumlar, daha sonra tartışılamaz doğrular haline getirilmiştir.
Mevcut haliyle her mezhep, hatta her cemaat, İslâm’ın bir yönünü ön plana çıkartmış, bütün düşünce sistemini buna göre şekillendirmiştir. Sonuçta, her mezhep ve her cemaat, açıkça ifade edilmese bile, kurtuluşa eren fırkanın (fırka-ı nâciye) sadece kendisi olduğunu iddia etmek durumunda kalmıştır. Halbuki, İslâm, ana kaynakları belli olan, gizlisi saklısı olmayan, evrensel ve insan fıtratına uygun bir dindir. Her müslümanın, her zaman İslâm’ı en iyi şekilde anlama ve yaşama hakkı vardır. İslâm, hiç bir kimsenin ya da hiç bir mezhebin, cemaatin tekelinde değildir.
İslâm’ın evrenselliğini yakalamış büyük kafaları mezheplerin dar kalıplarına sığdırmak hiç mümkün olur mu? Akıl-iman bütünlüğünü farkeden, Kur’ân’ın ön plana çıkartan Hacı Bektaş Velî bakın ne diyor: “Aklın aya benzediğini söyledik. Ay, hem artar, hem eksilir, hem de batar. Fakat akıl tamam olunca ne artar, ne eksilir, ne de gider. İlmin de yıldızlara benzediğini ifade etmiştik. Yıldızlar (gökte) açık olduğu zaman (gece) insanların ayakları yolu görür. Her kimin gerçek ilmi olursa o da Hak’tan yana olan yolu görür ve her şeyi anlar hale gelir.
“Buna karşılık, gökyüzü bulutlu olunca insanların ayakları, yolu göremez. O halde; akıl, marifet ve ilmi olmayan biri Hak’tan yana yolu nasıl görebilir ki?”
Mezheplerin insan ürünü olduklarını, din olmadıklarını; her mezhebin doğru, Kur’ân’a uyan yönlerinin yanında, Kur’ân’a aykırı olan yönlerinin de bulunabileceğini anladığımız zaman, mezhepler, bizim için muazzam bir bilgi ve tecrübe kaynağı haline gelecektir. Farklı düşünmesini bilen büyük kafalar, farklılıkların zenginlik olduğunu görebilir ve ondan en iyi şekilde yararlanmanın yollarını aramayı düşünür.
Bugün karşımızda duran on dört asırlık muazzam birikim bizleri beklemektedir. Bunun anlaşılması, geleceğe taşınacak hususların belirlenmesi gerekmektedir. Geçmişi iyi anlamadığımız ve geleceğe neleri taşımayacağımızı bilemediğimiz zaman, bizim geleceğimizi şimdi olduğu gibi geçmiş belirlemeye başlar. Açık konuşmak gerekiyorsa, günümüz Müslümanının din anlayışını şekillendiren geçmiştir. Geçmişi anlayamayan ve sağlıklı bir şekilde değerlendiremeyen kimseler, onu olduğu gibi geleceğe taşımak isterler. Bunun mümkün olamayacağı açıktır. İslâm mezhepleri, on dört asırlık birikimin en çok yoğunlaştığını çizgileri bünyesinde taşımaktadır. İslâm düşünce ekolleri olan mezhepleri iyi anladığımız zaman, Müslümanların hangi noktalarda başarılı, hangi noktalarda başarısız olunduğunu görür, gelecekteki din anlayışımızı bu birikimden yararlanarak daha sağlıklı hale getirebiliriz.
Öyle zannediyoruz ki, dinimiz İslâm’ı ve önümüzde duran Müslümanların ürünü olan muazzam kültürü yeniden keşfetmenin zamanı gelmiştir. Kur’ân, geçmişi hatırlatarak Müslümanları birlik beraberliğe şöyle çağırmaktadır: “Ey inananlar! Allah’tan sakınılması gerektiği gibi sakının, sizler, ancak Müslüman olarak can verin. Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah doğru yola erişesiniz diye size böylece âyetlerini açıklar”. Doğrusu, Müslümanların Kur’ân gibi bir kitaba inanmalarına rağmen, parça parça olmalarını anlamak pek kolay değildir.