Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ

Gazeteci - Yazar

Koronavirüslü Günlerde Seyahat

Tamı tamına 6 aydır Covit 19 salgını nedeniyle evden çıkmıyordum 65 yaş üzeri alınan tedbirler çerçevesinde. Hiç bir dönemde bu kadar çok kitap okuduğum, yazı yazdığım, eş dost ile telefonla görüntülü ve görüntüsüz konuşma yaptığımı hatırlamıyorum. Bir incir çekirdeğinden kocaman bir ağaç yaradan Yüce Rabbim, mikroskopla bile görünmeyecek kadar  küçük ve hala keşfedilemeyen bir virüs ile milyarları meşgul etti. Maalesef dünyamız  da iyi yönetilemiyor. Hala savaşlar, terör, yoksulluk, eğitimsizlik, hukuksuzluk, insan haklarının çiğnenmesi, ırkçılık, siyasi ve çirkin teknik rekabet baş döndürücü biçimde artıyor.

İşte böyle bir ortamda hafta sonu izni için yetkililere yaptığım başvuru olumlu karşılanınca oğlum, kızım, torunlarım ve eşimle birlikte Trakya Istıranca Ormanlarına uzandık. İyi ki Yandeks var da kaptanımıza müsait ve yoğunluğu olmayan yolları gösteriyor. Otobandan falan değil köy içlerinden kıvrıla kıvrıla yola koyulduk. Ay çiçekleri hasadı tamamlanmış gibi. Birkaç yerde günebakan çiçekleri sarı sarı size gülse de çoğunda biçer döverler tarlaya girmiş bile. Trakya köylerinin tarlaları ekili, ürünlerinin çoğunda hasat yapılmış, evler muntazam. Bir çok yerde okul mevcut. Zafer Haftası içinde olduğumuzdan çoğu yer Türk Bayraklarıyla süslenmiş.

İĞNEADA’YA DOĞRU

Öğleden sonra yola çıktık, Yandeks yolculuğumuzun 4 saat olacağını da belirtiyor. Hedef Kırklareli’nin Karadeniz’deki sahil kasabası İğneada. Köy yolları ıssız. Sadece gidiş-geliş olarak hesaplanmış. O da yetiyor şimdilik. Sadece kasabanın araçları gelip-gidiyor, bir de bu yolu bilenler. Yanından geçerken rüzgârının bile sizi itelediği öyle dev kamyonlar ve TIR’lar, pahalı otomobillerle makas atarak çaka satan magandalar da yok. Sağımız solumuz yol boyunca orman. İlk okullarda öğretilen “Baltalar elimizde, yoğun ip belimizde, biz gideriz ormana” şarkısını üzülerek hatırlıyorum. Orman bir hayatmış da çok geç öğreniyor insan. Bölge ormanlarında yetişen ağaçlardan yapılan fıçılar bütün dünyada tercih ediliyormuş. Başka örneği çok az bulunuyormuş. Otomobilimizi kullanan oğlum Burkan’ı, Yandeks yalancı çıkarmadı ve zamanında İğneada’ya girdik. Çam kokularından sonra iyot kokusu aldı burnumuz. İçimize çektik. Ciğerlerimize kadar teneffüs ettik.

İğneada’ya yürüyüş mesafesindeki orman alanında kurulmuş Longosphere tesislerine girdik. Kapıda güvenlik ateşimizi ölçtü. Kayıtlarımız yapıldı. Maske ve sosyal mesafeye aşırı dikkat ediyoruz. Sonra otoparkti otomobilimizdeki eşyalarımız elektrikli minik araçlara yüklendi. Biz de bindik. Orman yollarına akar yakıtlı araç sokmak yasaklanmış. İyi de olmuş. Nihayet odalarımıza geçtik.

Dikdörtgen ve balkonlu inşa edilmiş kurbağa adlı konutlar ve sincap adı verilen çadır biçimindeki yerlerde hiç çimento kullanılmamış. Tümü keresteden imal edilmiş. Yeşili sürekli olan Istıranca Ormanlarının içindeki bu mimari tarzını sevdim.  Alt yapısı dahil kesinlikle ormana zarar verilmeden tamamlanmış. Temizlik ve ışıklandırma hep önde tutulmuş. Orman çiçekleri ve böcekleri sizi bittabi ihmal etmiyorlar. Hele geceleri sabaha kadar öten cırcır böceklerini unutmuştum, hatırladım böylece. Bir musiki gibi tatil boyu dinledim. Tabiatı yaşadım burada. Gelen konuklar genelde genç ve yeni evliler, tümüne yakını da küçük çocuklarıyla gelmiş.

Akşam yemeği için geçtiğimiz lokantasında da mönüdekiler tümüne yakın yerel lezzetler. Bu bir nevi yöre haklının ürünlerinin değerlendirilmesi demekti. Zaten Kasaba Sokağı denilen çarşıda yerel ürünler satılıyor. Etkinlikleri de bir hayli fazla. Bu sokakta küçük çocuklar için boyama çalışması yapılıyor. Çocuklar sadece kağıtlara resim yapmıyor; yüzleri, gözleri ve üstlerini de boyuyorlar. Ormanın içindeki spor tesisleri bir macera gibi. Aynısını Johny Weissmuller’in Tarzan filmlerinde görmüştüm.  Ağaçlar arasındaki iplere tutunarak bir ötekine geçmek, tırmanmak, sallanmak vs. Ancak 12 yaş üzerindekilere müsaade ediliyor. Geceleri ise tesislerde çok güzel dizayn edilmiş mini bir anfi tiyatroda görevliler ateş yakıyor. Etrafına oturan herkes alevlerin sıcaklığını yüzlerinde hissediyor. Pembeleşiyor bütün suratlar.

Z NESLİ Mİ DEDİNİZ?

Önce Longosphere’nin ön büro müdürü İlkay Beyle tanışıyorum. Sonra genç patronu Yiğit bey ile. Ben soruyorum kendisi anlatıyor sade kahvemizi içerken;

-Bu tür çimentonun hiç girmediği orman içindeki tesisleri Avrupa görmüştüm. Bizim kuşağa Z Nesli diyorlar. Bu nedenle bir yenilik getirmek istedim, böyle bir teşebbüste bulunduk. Alışılmışın dışında bir uygulamaya giriştik.

-Siz sektörden misiniz?

-Hayır değiliz. Ailem Demirköylü ve petrolcüdür. Ama gezmeyi ve öğrenmeyi çok seviyoruz. Burası da bütün ailenin katkısı ile gerçekleşti. Orman ihalesini kazandık. Projesi Ankaralı bir mimara yaptırdık. Longosphere Türkiye’de bir ilk oldu. Zaten resmen açılmadık. Bir aydır hizmet vermeye başladık. Bitişiğimizdeki orman alanı da bize aittir. 25+20 yıllık projemiz içinde  “karavan turizmi” de mevcut. Kırklareli Üniversitesi ile işbirliği yapmayı, gençleri değerlendirmeyi düşünüyoruz. Bunun için de birkaç yere servis koyduk.

YENİ BİR SEKTÖR

Karavan turizmi deyince bir zamanlar biz de maile çoluk çocuk Selters’te bir karavan kiralayarak Fransa, Lüksemburg, Almanya’ya adım adım dolaşmıştık. Çok da rahat ettik. Maliyetini ucuzlattık böyle bir seyahatin. Her gittiğimiz yerden karavanların su takviyesi yapılıyor, tuvaletleri boşalıyor ve temizleniyor, güvenliği sağlanıyordu. Hatta yeni arkadaşlar bile ediniyorsunuz. Koronavirüs salgını Türkiye’de karavan imalatını da hızlandırdı. İstanbul, Ankara, Bursa ve İzmir’de karavan almak için sıraya giriliyor artık ve altı ay kadar bekleniyor. Fiyatlar da 40 bin TL’den başlıyor. Ancak maliye motokaravanların vergisini çok yüksek tuttuğundan imalatı ve ithalatı az. Ancak  römorklu karavanların imalatı hızlandı. Günümüzde karavan turizminden en fazla kazanan batılı ülkelerin başında İspanya geliyor; 2 milyar dolar kadar.

Koronavirüs her sektörde değişim patlaattığı gibi turizmde de bunu yaptı. Artık insanlar çok katlı lüks otellerde falan değil, daha mütevazi, yeşil alan içinde, ancak her türlü ihtiyaçlarının karşılandığı, hijyenik ve fazla kalabalık olmayan mekanlarda tercih ediyor.

TRAKYA’DA NE VAR NE YOK?

İğneada’ya gittik ikinci gün. Kalabalıktı. Hafta sonu olduğu için nüfusu ikiye katlanmıştı. Her taraf doluydu. 1970’li yılların turistik Ege sahil kasabalarını hatırlattı. Karadeniz’in hırçın dalgaları her taraftan duyuluyordu. Ama denize giren de vardı  buna rağmen vardı.

Beğendik Köyüne gittik. Sınıra çok yakın. Zaten biraz sonra yasak bölge başlıyor. Türkiye-Bulgaristan Hudut Kapısında iki ülkenin bayrakları görünüyordu. Sınırda bizimkilere çok benzeyen bir de Bulgar köyü vardı. Camisi görünüyordu. Belki de karşılıklı kız alıp vermişliğimiz, ortak inancımız vardı. Kumu çok güzel olan denize girdik. Sosyal tesis falan yok. Birkaç gecekondudan evrilme, pejmürde püskü eşyaları olan lokanta ve tuvaletler var. Her türden insan örneği burada görmek mümkün. Çeşitliliğimiz burada da sürüyor.

İkinci gün Kırıkkale Longaz Ormanlarına doğa yürüyüşüne gittik. Burası milli park. Ama öyle bakımlı olduğunu söyleyemem. Yol stabilize olduğundan araçların tozları bütün ormana yayılıyor. Mert Gölü kuş İzleme veya gözlem Kulesi sanki sırf yapılmak için oraya dikilmiş. İşlevsel hale getirilememiş.  Ama orman muhteşem, ağaçlar görkemli, kuş çeşitliliği bir hayli fazla. Sislioba Köyü istikametinde rotası belirli bisiklet turları yapılıyor. Erikli Gölü’ne gittik. Kano turları düzenleniyor. Randevulu olarak kişi başına 50 TL kanolar. 40 kanodan ancak dördüne müsaade ediliyor. Denetimin olması iyi. Biraz ilkel gibi geldi bana. Göl kenarında bisiklet turları ise sürekli.

FATİH’İN TOP İMALATHANESİ

Son günümüzde kahvaltıdan sonra yola çıktık. İlk hedefimiz  Demirköy Dökümhanesi oldu. Yola 26 km kadar. Osmanlılar zamanında Demirköy Dökümhanesi kurulmuş, hem bölgeden ve hem de etraftaki demir madeni bu dökümhanede işlenerek özellikle silah araç gereci olarak imal ediliyormuş. Kültür Bakanlığı ve İstanbul Güzel Sanatlar Fakültesi burasıyla ilgileniyor. Kalıntıları öne çıkarmış ve korumaya almışlar. Bir de yeni restore edilen ancak henüz kullanılmayan camii mecvut. Fatih sultan Mehmet’in toplarını burada döktürdüğü  ve “şah” isimli topun örnek olarak gösterildiği bildiriliyor. Yolda bir çiftlikte mola veriyor organik tarım ürünleri alıyoruz. Sahibi tesisine birkaç tane bungalov ev yaparak turizme gireceğini anlattı.

DUPNİSA MAĞARASI

Artık hedefimiz Sarp Deresi Köyü yakınındaki Dupnisa Mağarası.. Yol boyunca bizimle paralel uzanan Rezve veya Velika Deresi’nde adım atacak yer yok. Derenin içinde kurulan masalarda insanlar çıplak ayakla, serin suların içinde piknik ve mangal yapıyor. Yola paralel derelerin tümü.  Aracımızla yola dahil oluyoruz ama, galiba yol genişletme çalışmaları yapılıyor bu sezonda, sizi girdiğinize pişman ediyor. Toz toprak içinde kalıyorsunuz. Planlamasını kim yapıyorsa kesinlikle bu işi bilmiyordur. Çünkü Dupnisa Mağarasına varınca orada bir miting alanının dolu olduğunu, araç ve insandan geçilmediğini, geç saatlere kadar bu akışın devam ettiğini görüyorsunuz. Dupnisa Mağarası 3150 metre ile Türkiye’ni hatta Avrupa’nın en büyük mağaralarından biri. Çok güzel dizayn edilmiş, vahşi görüntü, sarkıt ve dikitler ışıklandırılmış, içerisi buz gibi, şıp şıp suların aktığı bir mekan. İçeride soğuktan dişlerinin birbirine vurduğu insanları görüyorsunuz.. tir tir titriyorlar. Sırtına hırka geçirenler belli ki tedbirli ve tecrübeli.

Dupnisa Mağarasının bir çarşısı var. Yerel ürünler satılıyor. Müşteriler sırada. En değişik ise Rumeli Hardaliyesi adıyla satılan 40 çeşit faydalı olduğu ileri sürülen bir içecek.

Tabiattan, Türkiye’nin bilinmeyen güzelliklerinden, yeni keşfedilen veya ortaya çıkarılan  taptaze özeliklerinden ayrılıp İstanbul’a yani çimento yapılara dönmek vakti geliyor da geçiyor bile. Daha en az 4 saatlik yolumuz var. Karanlık kavuşunca onca yoğunluğa rağmen otobanı tercih ediyoruz. Ver elini Dersaadet!