“Kutsal konuları inananlara bırak…
Onlar senin makaran değil;
Memleket imanı
Senin yaygaran değil
Temiz eller kurmuştur bu memleketi,
Senin zembereğini kuran değil.
Ağzına alma Atatürk’ü
Atatürk senin gargaran değil.” Arif Nihat Asya
1922 senesinin Haziran’ı… Meclisin homurdanmasına, muhalefetin iyice azmasına rağmen ordu Sakarya zaferinden aylar geçtiği halde kıpırdamıyordu. Sakarya’da dökülen kanlara hebâ olmuş gibi bakılıyor, Yunan’ın artık Anadolu’ya iyice yerleştiğine inanılıyordu. İsmet Paşa’nın karargâhına gelen Fevzi Paşa “ Ben artık Ankara’ya gidemem “ diye sızlanıyor, Ankara’da “Bize yapmadıkları kalmıyor, Mustafa Kemal Paşa’nın çekmediği yok” diyordu. Hiç kimse ordunun büyük bir gizlilik ve sessizlik içinde hazırlandığını bilmiyordu. 25 Ağustos 1922 de nihayet cephe komutanlığı taarruz emrini vermişti. Taarruz 26 Ağustos’da başlamış, 25 Ağustos’u 26 Ağustos’a bağlayan gece sabaha karşı ordu ileri yürüyüşe geçmişti. Uyuyor, tembellik ediyor zannedilen ordu Yunan saflarına doğru ilerliyordu. Bu çok sessiz ve hesaplı bir yürüyüştü. En önde giden piyadeleri topçular ve süvariler tâkip ediyordu. Huysuz atların ağızları bağlanmış, ayakları bezlerle sarılmıştı. Topların demir ağızları ve tekerlekleri de… Mataralar bile ses çıkarmasın diye sımsıkı bağlıydı. Bu müthiş gece de komutanlar dâhil hiç kimse uyumamıştı.
26 Ağustos 1922 Cumartesi günü sabahı düşman aniden başlayan top sesleriyle uyanmış ve çok şaşırmıştı. Mustafa Kemal Paşa topçuların başlattığı ateşi çok beğenmişti. Bunu süngülerini takarak “ALLAH ALLAH” diyerek hücûma geçen piyadeler tâkip etmişti. Hücûmun üzerinden bir saat geçmişti ki “Kalecik” tepesi alınmıştı. Ordu 15 Mart 1919’dan beri Yunan’ın elinde olan İzmir’e yaklaşıyordu. Kalecik tepesini “Tınaz ve Belen tepelerinin alınması tâkip etmişti. Ordunun bu büyük başarısını ve duyulan sevinci gölgeleyen ise 57. Tümen kumandanı Albay Reşat Bey’in intiharı olmuştu. Bu kahraman kumandan tümeninin almakla vazifeli olduğu Çiğiltepe’yi iki gündür alamamış olmayı haysiyetine yedirememişti. Bu olay Mustafa Kemal Paşa’yı çok üzmüştü. Kısa bir müddet sonra Çiğil Tepe de alınacaktı. Ordu Afyon’a girmişti. Yunan kaçmadan önce bütün evleri ateşe vermiş kadın erkek ve çocuk ayırmadan diri diri yakmıştı. Başarı müthiş faciaların verdiği hüzünle devam edecekti. Bu inanılmaz olayları yaşandığı sırada Halide Edib Mustafa Kemal Paşa tarafından bir emirle çağrıldığı cepheye ulaşmak için bir vasıta bekliyordu. Bir oto drezin ile yollara düştüğü zaman köy kadınlarının yüzlerindeki sevinçli ifadeden işlerin yolunda gittiğini anlamıştı. Afyon’a girerken duyduğu tüfek sesleri ona cepheye yaklaştığını hissettiriyordu. Türk Ordusu birkaç saat önce Afyon’a girmişti. Yunan kaçmadan önce bütün evleri ateşe vermişti.
Halide Edib Afyon’a hâlâ sönmeyen yangından arta kalan harabeleri seyrederek girdi. Büyük bir evin önünde toplanmış Subayların ve erlerin hepsi ona “Merhaba Onbaşı” diye seslenmişlerdir. Mustafa Kemal Paşanın bulunduğu odanın penceresinin önü kadınlarla doluydu.. Halide Edib hâtıralarında bu kadınlar için “Kumandanın pencerelerine gözleri dikili duruyor” diye yazar. Onların arasında bulunan yaşlı bir kadın Halide Edib’i yakalayarak yanaklarından öpmüştü. Halidi Edib “Ben de onun iki elini öperek başıma koydum. Ondan sonra hepsi sıra ile boynuma sarıldılar. Bu zaferin temelinin kendilerinin olduğunu hissetmeyen bir grup” diye yazar. Mustafa Kemal Paşa’yı gördüğü ânı da böyle anlatır “Nihayet, Sakarya günlerindekinden daha büyük bir sofa, Zâbitler (subaylar) dolaşıyor. Bir küçük odanın kapısı açık. Yuvarlak masada iki lâmba yanıyor. Fevzi Paşa ile Mustafa Kemal Paşa bir harita üzerine eğilmişler bir şeyler konuşuyorlar. Mustafa Kemal Paşa’nın başında yüz güneş birden doğmuş gibi”…
Dumlupınar’dan sonra da bir sürü facia ile karşılaşacaktır. Her geçilen yer yanmış yıkılmıştır. Halk perişandır. Halide Edib kadınlar dâhil iki yüz kişinin öldürüldüğü yerde halkın şuurunu kaybetmiş gibi dolaştığını yazar. Uşak da perişandır, Yunanlılar kaçarken her yeri yakmışlar, bir tek sağlam ev bile bırakmamışlardı. Mustafa Kemal Paşa Sakallı Nurettin Paşa’ya adeta emreder gibi “Kızılcadereyi de gösterin ona” demiştir. Kızılcadere dört buçuk Yunan fırkasının yok edildiği yerdi. Cephede tek kadın olan Halide Edib hâtıralarında bu kanlı vadiyi bir tablo çizer gibi anlatmıştır: “Bu dar ve uzun iki tarafı ormanlık dağlar arasındaki vâdi adetâ bir korkulu rüyaya benziyordu. Terk edilmiş tüfekler ve cephâne yığınları… Aralarında bir sürü ölü insan ve hayvan. Benim gözlerim bu dehşet sahası arasında köpeklere döndü. Hayvancıklar bu kargaşalık ve yığınlar arasında sahiplerinin cesetlerini arayarak inliyorlardı. Bir genç yüzbaşı da yanında siyah cüppeli bir hoca ile ‘Anam onu çok severdi’ diye ağlayarak bir cesedi gömüyordu. Şehit olan ikiz kardeşinin cesedini”… Halide Edib bu perişan edici geziden döndükten sonra bir başka iç yakıcı manzara ile karşılaşacaktı. Bir ahırın yanındaki çadırında etrafını kadınların sarmış olduğu bir Mustafa Kemal görmüştü. Kadınlar çıldırmış gibiydi. Mustafa Kemal Paşa’ya “İntikamımızı al! Onların kadınlarını yakalarsan bize yaptıklarını yap. Köpekler, domuzlar” diye feryat ediyorlardı. Halide Edib Dumlupınar’dan sonra bir sürü dayanılması güç manzaralarla karşılaşacaktı. Her yer yanmış, yıkılmıştı. Halk Perişandı. Halide Edib kadınlar dâhil 200 kişinin öldürülmüş olduğu bir yerde halkın şuurunu kaybetmiş bir halde olduğunu da yazar. Akşehir’de yangından kurtulmuş bir iki bina kalmıştı. Halide Edib “O şehri daima insan eti kokusu gelen bir fırın gibi hatırlarım” diye yazmıştı. Kadınlar burada da Yunan ordusu tarafından en feci, akıl almaz muamelelere mâruz kalmışlardır.
NİHAYET İZMİR… Sevinçlerin feci bir yangınla hüzne ve korkuya dönüştüğü İZMİR… Yunanlılar kaçmadan önce bütün hazırlıkları yapmışlar, vatandaşlarımız olan azınlıklarla birlikte pek çok yeri dinamit deposu haline getirmişlerdi. 15 Mayıs 1919’dan beri aşağı yukarı dört seneye yakın bu feci işgali yaşayan İzmir bu sefer de yangının işgalini yaşıyordu. 20-25 bin ev ve dükkân yanmıştı. Evsiz barksız insanlar sokaklarda ağlaşıyorlardı. Bursa da, civarı da Yunan’nın yakma arzusundan kurtulamamıştı. Mustafa Kemal Paşa Bursa’ya gidiyordu, Harabeye dönmüş Bursa’ya… Düşmanın İstanbul’u terk etmesinden sonra ise Refet Paşa’yı da İstanbul’a göndermişti. Teselli için… Bursa’nın, bir harabe haline getirilmiş olsa da alınması İzmiri de sevince boğmuştu.
Aziz okuyucu bu destan gibi şavaşları yazmak için ne kalemler ne de mürekkepler yeter. Sabrınızı daha çok zorlalamamak için bu müthiş hikâyeyi Mustafa Kemal Paşa’nın 10 Eylül 1922 gece yarısında yayınladığı, Haklı sevincinin heyecanı ile dolu bildirisiyle sonlandırıyorum:
“Büyük ve asil Türk milleti!
Ordularımız 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’imizi ve 10 Eylül 1922 akşamı Bursa’mızı muzafferen kurtardılar. Akdeniz, askerlerimizin teraneleriyle dalgalanıyor. Asya imparatorluğuna yeltenen küstah bir düşmanın, muharebe meydanlarına gelmek cesaretinde bulunan ordu komutanları ile komuta heyetleri günlerden beri Türkiye Büyük Millet Meclisinin esir-i harbi bulunuyorlar. Gar (Batı) fabrikalarının çelik zırhları ile kaplanan muazzam Yunan Orduları artık Anadolu dağlarında subayları tarafından terkedilmiş zavallı sürüler, habasetlerinden tedehhüş ederek (Açaklıklarından dehşete düşerek) kudurmuş kütleler ve ağaç diplerinde kalmış dermansız yaralılardan ibaret kaldı.
Büyük Türk milleti! Ordularımızın kabiliyet ve kudreti düşmanlarımıza dehşet, dostlarımıza emniyet verecek bir kemâl ile tezahür etti. (Bir olgunlukla ortaya çıktı) Millet orduları on dört gün zarfında, büyük bir düşman ordusunu imha ettiler. Dört yüz kilometrelik bir tâkip yaptılar. Anadolu’daki bütün memalik-i müstevliyemizi istirdat eylediler. (İstila edilen topraklarımızı kurtardılar) Bu büyük zafer münhasıran (özellikle) senin eserindir.
Büyük ve necip Türk Milleti! Anadolu’nun halâs (kurtuluş) zaferini tebrik ederken sana İzmir’den Akdeniz ufuklarından ordularının selâmını da takdim ediyorum.”
Türk Müslümanlığını kuşanmış, vatan sevgisiyle dolu iki ordunun, Sakarya ve o muazzam zaferi bize hediye eden iki ordunun başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere komutanlarından erlerine kadar hepsini rahmetle anıyorum. Bize kağnının, çarığın ve yokluğun zaferini yaşatan köylerin ve kasabaların kahraman, fedekâr ana kadınlarını da kalbime yerleşmiş büyük sevgi, hayranlık ve minnet duygularıyla ibret ve rahmetle hatırlıyorum. O destansı günleri başta Halide Edib olmak üzere yazma zahmetine katlanarak bize nakledenleri de unutmuyorum. Allah onları da rahmetiyle kucaklasın.