Sonuç
İnsan, başta kendisi ve çevresi olmak üzere, Tolstoy’un belirttiği gibi, evrenle ilişki kurmaktadır. Kurulan ilişki, eril ve dişil olmak üzere iki şekilde ortaya çıkabilir. Bunun sonucunda evren tasavvuruna ulaşılmaktadır. Bu ilişkinin çerçevesini zihniyet çizmekte, tanzimini ise ahlâk yapmaktadır. Sadece bugün değil, tarihi sürece bakıldığında, Batı zihniyetinin eril tavrı öncelediği görülmektedir. Dişil tavrın ise, genelde Doğuya özelde ve belki özellikle bize mal edilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Mesele sadece bir yaftalama meselesi değildir. Zira bunun arkasından, birtakım uygulama ve müdahaleler gelmekte; daha önemlisi, bunlar için meşruiyet sağlanmakta, hiç değilse buna inanılmaktadır. Daha vahim yönü ise bu inancın paylaşılmasıdır.
- ısrarla mal edilmek ya da yüklenmek istenen dişil tavrın, zihniyet dünyamızdan hareketle, bazı hallerde tercih edilip, sergilendiğine şahit olmaktayız. Yanlış olan, bunun bütüne teşmil edilmesidir. Bu noktada hangi söz ve fiilleri, hangi çerçeveye atıfla ve hangi gerekçelerle yaptığımız kadar; yüklenme ve fail olma tercihimizi, neye göre tespit ettiğimiz de önem kazanmaktadır. Yukarda bahsi geçen sütunlar karşısındaki tavır, davranışlarımızı tanzim eden ahlâk anlayışımızı da etkileyeceğinden; hâkim ve tabi olma, dolayısıyla fillerimizi ve fail olma durumumuzu da belirleyecektir. Zihniyet dünyamızın mimarları veya mevcut ölçüden hareketle zihin haritamızın çizerlerine müracaat edildiğinde; Hak, hukuk ve hakikat karşısında dişil, halk edilmiş yani halk karşısında ise eril tavrın tercih edildiğini görmekteyiz. Bir taraftan yüklem olma amaçlanırken diğer taraftan özne olma başarılmıştır. Üstelik bu hal, şuurlu bir şekilde tercih edilerek, sonucuna da rıza gösterilmiştir. Söz konusu tercih ve rızada, başka sebep veya yakıştırmaları hükümsüz kılan ve yalnızca kendini gerçekleştirme amaç ve anlayışı belirleyici olmuştur. Elbette bunun yolu da tarzı da atıf çerçevesine uygun ve farklı olacaktır. Nitekim yüklenmeden doğum yapmanın, bir anlamda kendini gerçekleştirmenin; haddi bilmeden ve lüzumu halinde haddi bildirmeden yaşamanın, insana ve insanlığa verdiği zararın sayısız örneğini görmekteyiz. Kısaca gerektiğinde elsiz ve dilsiz kalmayı, dişil tavrı; gerektiğinde dünyada erkekçesine gezmeyi, eril tavrı sergileme kudret ve kabiliyetine sahip olunmazsa, şu haliyle dünyada yaşamaya razı edilmiş oluruz.
Klasik ahlâk anlayışımız itidal, ifrat ve tefrit ölçüsünün esas alınması; fazilet ve rezilet çerçevesinde davranışların değerlendirilmesiyle oluşmuştur. İtidal üzere yapılan davranışlar fazilet; ifrat ve tefrit üzere olanlar ise rezilet olarak kabul görmüştür. İlki olumlu, diğeri ise olumsuz değerlendirilmiştir. Günümüz açısından meseleye bakılacak olursa, itidalin ifrat ve tefritten uzak kalma kudret ve dirayeti olmaktan ziyade, biraz ondan biraz bundan, ne olsa gider şeklinde uygulamalarıyla karşılanmaktadır. İtidalin belli bir irtifa ve istikamete işaret ettiği ihmal edilmekte veya gözden kaçmaktadır. Bu ihmal, fazilet veya olması gerekenlerin rahatlıkla parantez içine alınabilmesine yol açmaktadır. İfrat ve tefrit, itidalden uzaklaştırdığı gibi karşılıklı savrulmaları da getirmektedir. Bu durumda, ifrat ve tefrit kıskacına sıkışmış zihin dünyamız, itidali bulamadığı gibi günlük hayattaki karmaşa ve kışkırtmalarla aranması gerektiği fikrinden de uzaklaşmaktadır. Ortaya çıkan kargaşa içinde, ne değerler dünyasıyla ne de hayatın kendisiyle müzakereye giremediğimiz için, hayatla değerler birbirinden uzak kalmaktadır. Dolayısıyla ne yaşanılan ahlâk ne de ölçüsüne müracaat edilen değerlerde itidal yakalanabilmektedir. Buna birde ruh deyince kapitalizmin, ahlâkı duyunca Protestanlığın hatırlanması ilave edilirse, mesele daha da karmaşık hale gelmektedir. Üstelik bu konu ruh çağırma seanslarıyla hal olmayacak kadar ciddiyet ve cesaret isteyen bir meseledir.
Bahsi geçen ciddiyet ve cesaret, evren ile kurduğumuz ilişki sonucu ortaya çıkan tasavvurumuzda; bu ilişkide sergilediğimiz tavırlarımızda; dünyaya karşı tavır alışımızda; bu ilişkiyi tanzim eden ahlâk anlayışımızda zaten mevcuttur. Bunlara nazar edildiğinde aşağıdaki manzara görülecektir: Dünyayı ve kendini bilmek ve bildiği gibi davranmak suretiyle hikmetin; ne zulme tevessül ne de ona rızaya tenezzül ederek adaletin; hem ferdî hem de millî varlığını saldırganlığa sapmadan ve fakat çekinmeden savunarak iffetin; Sadece ceza karşısında değil ödül karşısında da dik durarak cesaretin emsalsiz örnekleri… Dolayısıyla Hak, hukuk ve hakikat karşısında elsiz ve dilsiz kalıp, dişil tavır takınmak da; âlemi erkekçesine gezip eril tavır sergilemek de, bu milletin zihniyet dünyasının tezahüründen başka bir şey değildir. Bu durum bir mecburiyet veya acziyetin ifadesi olmayıp, bir tercih ve rızanın yansımasıdır. Kaldı ki, Âleme nizam vermeyi asli görevi kabul eden bir milletin, başka türlü davranması beklenebilir mi?
KAYNAKÇA
ALATLI, Alev (2013). Kâbus, Everest Yay., İstanbul.
BIÇAK, Ayhan (2013). Evren Tasavvuru, Dergah Yay., İstanbul.
FISKE, John (2013). Mitler ve Mitleri Yapanlar, (Çev: Ş.Duran), İlya İzmir Yay., İzmir.
GÜNGÖR, Erol (1995). Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Yay., İstanbul.
İslam Ansiklopedisi, (2000). Cilt:22, İstanbul.
KINALIZADE Ali Efendi (ts). Ahlâk-ı Alai, (Haz: H. Algül), Tercüman 1001 Temel Eser.
NİYAZÎ-İ MISRÎ (2014). İrfan Sofraları, (Çev: S.Ateş), İnönü Üni. Niyazî-i Mısrî Araştırma Merkezi Yay., Malatya.
OKTAY, Ayşe Sıdıka (2005). Kınalızade Ali Efendi ve Ahlâk-ı Alai, İz Yay., İstanbul.
TOLSTOY, Leo Nikolayeviç (1998). Din Nedir? (Çev: M. Çiftkaya), Kaknüs Yay., İstanbul.
ÜLGENER, Sabri (2006). Zihniyet, Aydınlar ve İzm’ler, Derin Yay, İstanbul.
BİTTİ