Nuri GÜRGÜR

Avukat

Mavi Vatanı Elbette Savunacağız

Akdeniz jeopolitiğinin önemi, bu yüzyılın başlarında denizin altında ekonomik değeri yüksek petrol ve doğalgaz yatakları olduğunun anlaşılmasıyla birlikte daha da arttı. Doğu Akdeniz’de kıyısı bulunan ülkeler bir yandan bu rezervleri kullanılır hale getirmeye çalışırken diğer yandan alandaki haklarını uluslararası hukuka uygun tarzda güçlendirmek için girişim başlattılar. İlk atağa kalkan GKRY oldu. 2003’te Mısır, 2007’de Lübnan, 2010’da İsrail ile “Münhasır Ekonomik Bölge” anlaşmaları imzalarken biz henüz uyanamamıştık. Bu girişimlerinin ardından Yunanistan’ın da harekete geçeceği belliydi.

Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi’nde yüzyıldır var olan, bir ara Kardak konusunda sıcak çatışma aşamasına kadar yükselen gerilim, 21 Temmuz’dan bu yana zirveye ulaştı. Rumlar Türkiye’yi kara sularına hapsetmek istiyorlar. Aslında devlet kapasitelerinin, askeri varlıklarının Türkiye ile rekabete elverişli olmadığını biliyorlar. Ama her zaman olduğu gibi Batı dünyasının desteğine, yapacağı yardıma güveniyorlar. Çünkü 1829’da Mora‘da bağımsızlıklarını ilan ettikleri günden beri bu desteklerle var oldular. Ciddi bir savaş yapmadan sınırlarını kuruluşlarından sonra aleyhimize yedi kat genişlettiler.

Yunanistan Lozan’da savaşın mağlubu olarak oturduğu masadan bedel ödemek bir yana İngilizlerin bastırmasıyla kazançlı çıktı. Halkının tamamına yakını Türk ve Müslüman olan, 600 yüzyıla yakın egemenliğimizde bulunan Batı Trakya’yı, kıyılarımıza neredeyse bitişik olan adaları uluslararası hukuk kurallarına aykırı şekilde sahiplendiler. Şimdi de GKRY ile birlikte İsrail, Mısır ve Fransa ile anlaşmalar yaparak, AB’yi de arkalarına alarak Türkiye’yi hareketsiz kılmaya, kıyılarına hapsetmeye çalışıyorlar.

Akdeniz’in jeopolitik ve ekonomik önemini anlamakta çok defa maalesef geç kaldık. Kıbrıs’ı erken vakitte gözden çıkarmıştık. 1932‘de oradaki soydaşlarımıza yardımcı olma niyetiyle anavatana göç etmelerini teşvik ettik. Nüfus dengesinin bozulduğunu görmedik.1950‘de Ada'da Rumlar harekete geçerken, dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Fuat Köprülü Kıbrıs konusunun Türkiye’nin gündeminde bulunmadığını söylüyordu. Neyse ki rahmetli Sedat Simavi gazetesinde meseleyi aydınlatan neşriyat başlattı; Kıbrıs çok geçmeden Milletimizin ve Devletimizin meselesi haline geldi.

Soruna diplomatik kanaldan çözüm bulmak için Türkiye, Yunanistan ve İngiltere arasında başlayan görüşmeler,1959’da Londra-Zürih Antlaşmasının imzalanmasıyla sonuçlandı. Türk Rum ortaklığında Kıbrıs devleti kurulurken Türkiye, “garantör devlet” sıfatını aldı ve aynı yıl askerimiz adaya ayak bastı. Kıbrıs’taki varlığımızı meşru ve hukuki kılan bu antlaşma Cumhuriyet tarihinin en başarılı diplomatik adımlarından biridir.  Batılılara karşı diplomasi tarihimizde pek sık görülmeyen bir başarı sağlamıştı. Rumlar çok geçmeden ütüldüklerini anlayıp çok pişman oldular; ancak bütün çabalarına rağmen yetmiş yıldır antlaşmayı hükümsüz kılamadılar. Bu tarihi başarının mimarı Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve ona tam destek veren Başbakan Adnan Menderes'ti. Fakat ne hazindir ki iki yıl sonra Maliye Bakanı Hasan Polatkan ile birlikte Yassıada’da adeta siyaseten linç edildiler; idama mahkûm edilip asıldılar.

1974 Kıbrıs Harekâtı’nı Ada'nın statüsünü değiştirme girişimine karşı “garantör ülke” tanımlamasına dayanarak yaptık. Dış ilişkilerde hukuki dayanağımızın bulunmasının ne kadar önemli olduğunu son olarak Libya UMH ile yaptığımız Deniz Yetki Alanlı Antlaşması’nda bir kere daha görüyoruz. Bu antlaşmayı Birleşmiş Milletlere sunup kaydettirerek karşımızdakilerin iftiralarına rağmen hukuki meşruiyet kazandırdık. Doğu Akdeniz’de kıta sahanlığı alanımızın ihlalini içeren Mısır-Yunanistan yetki anlaşmasının yok hükmünde olduğunu öne sürebiliyoruz.

Ancak bu tezimizi fiilen işler hale getirebilmemiz için deniz komşumuz ülkelerle ilişkilerimizi gecikmeden normalleştirmek zorundayız. Çünkü Libya meselesinde somut olarak göründüğü gibi, Yunanistan ve GKRY’nin dışında, karşımızda Mısır, İsrail, Fransa, BAE, Suudiler, Fransa ve Rusya da var. ABD, başkanlık seçimi nedeniyle sesini şimdilik yükseltmiyor. Bu blok bir şekilde çözülmez ise çok sıkıntı çekeriz. Aslında Mısır ve İsrail ile ilişkilerimizin düzelmesi çok zor değil. Çünkü bu iki ülkeyle doğrudan bize ait olmayan konulardan dolayı ilişkiler bu hale geldi.

Müslüman Kardeşler muhabbeti yüzünden Mısır’ın şimdiki Devlet Başkanını meşru saymadığımızı her vesileyle ilan ettik. Ama itirazlarımız ne rahmetli Mursi’yi yerinde tutabildi, ne de Sisi makamını terketti. Bizim dışımızda bütün dünya onu meşru sayarken, ilişkilerimiz hissi tepkilerimiz yüzünden kopma noktasına geldi. Benzer durumu İsrail ile de yaşıyoruz. Fakat tepkilerimiz ne kadar şiddetli olursa olsun Gazze ambargosu sürüyor. Filistinlilerin maruz kaldığı insanlık dışı baskılara Türkiye’nin dışında tepki gösteren başka bir İslam ülkesi de yok. İlişkiler siyaseten dibe vururken öte yandan ticaret karşılıklı olarak devam ediyor. Oysa bu iki ülkenin Türkiye ile barışık olması herkesin lehine. Çünkü denizdeki kaynakların paraya dönüştürülmesi için pazarlanması gerekiyor. Bu konuda en uygun güzergâh Türkiye’dir. "Kazan-kazan” esası üzerinde rasyonel tercihler yapılması durumunda sorunlar rahatlıkla aşılabilir. Türkiye karşıtlığı üzerinde oluşan blok çözülünce yalnızlıktan kurtuluruz; inisiyatifimizi daha etkili tarzda kullanabiliriz. Yunanistan-GKRY ile yaşanan gerginlik Almanya Başbakanı Merkel’in çabalarıyla bir süre gerileyebilir, müzakereler başlayabilir;  ama Rumların katı tutumları yüzünden bir sonuca ulaşamaz. Hiçbir Yunan hükümeti kilisenin, medyanın ve fanatik toplum kesimlerinin tepkisini göze alarak makul bir karar veremez. Annan Planı'nın oylamasında taviz veren biz olduğumuz halde anlaşmaya yanaşmadılar.

Akdeniz’deki varlığımızın  “mavi vatan” anlamına geldiğini gecikerek de olsa anlamış olmamız elbette sevindiricidir. Onu savunmak topraklarımızı korumamız kadar doğru ve kutsaldır. Mevcut imkanlarımızı en doğru ve verimli kullandığımız, milli dayanışmayı sağlayıp seferber olduğumuz zaman başardığımızı yüz yıl önce yaşayıp gördük. Yeter ki o dönemde olduğu gibi duygularımızla değil aklımızla hareket edebilelim; ütopyaların, altı boş hamasetin, mistik hayallerin değil, bilgiye ve gerçeklere dayalı milli hedeflerin peşinde olalım. Sonu hüsran olan duygusal girişimlerle gücümüzü, imkanlarımızı tüketmeyelim.