Sömürgeciliğin Karşısında: Fetih ve Fatih
"Saltuk Muhammed'im! Bektaş’ım seni
Rûm’a göndersin. Var git. Leh diyârında
Makedonya ve Dobruca’da yedi krallık
yerde nâm ve şân sâhibi ol”
(Hoca Ahmed Yesevî).
Anadolu’nun Türkleşmesi, Türk vatanı haline gelmesi olayı, sosyoloji bakımından üzerinden çeşitli kavimlerin, insan topluluklarının gelip geçtiği, uzun ya da kısa tarihî zaman parçaları içinde egemenlik kurdukları bir toprak parçasına, iyi bir tesadüfle daha uzun süreli bir devlet kurmayı başarabilmiş bir toplumun hasbelkader gelmesi anlayışı ile açıklanamaz. Bu anlayış, birilerinin kendi inandıklarını ya da inanılmasını arzu ettiklerini tahrip ettikleri tarihe söyletme çabasının ürünüdür (Berkay, 1986: 121). Bunun gibi Türklerin fetih hareketlerini, bulunduğu coğrafyaya sığamayan bir topluluğun yeni yerler işgal etmek için sarf ettiği çabaya bağlamak ya da basit bir göç hadisesiyle açıklamak da doğru değildir. Demografik unsurun zorunluluğu ve geniş bir alana yayılma ihtiyacı aşikârsa da, yegâne ve belirleyici faktör olarak bunu kabul etmek mümkün değildir. Zira tarihte amacı işgal olan devlet ve toplulukların, yerleştikleri yerlerde geliştirdikleri siyasî sistem ve toplumsal yapılar ile Türk fetih hareketleri arasında önemli farklılıklar vardır. Bu farklılığın en dikkate değer olanı, yerleşilen toprağı geçici bir mekân veya sadece kuru bir toprak parçası; orada yaşayanları da sömürülmesi veya köleleştirilmesi gereken varlıklar olarak görmemektir. Mekân ‘vatan’, orada yaşayanlar ise adaletle yönetilmesi gereken ‘insan’ olarak görülmüştür. Ayrıca yeni yerlere göç edenler basit bir nicelikten ibaret değildir. Onlar bedenleriyle birlikte örf, adet, inanç, töre, dil, meslek vb. unsurlardan müteşekkil bütünüyle zihniyetlerini ve nizamlarını da taşımışlardır. Başka bir ifadeyle taşınan da inşa edilen de medeniyettir. Hacı Bayram Velî’nin “Nâgehan ol şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm, ben dahi bile yapıldım, taş u toprak âresinde” sözünde can bulduğu üzere, ‘yapmak’ ve ‘yapılmak’ amaç edinilmiştir. Bu amaç istikametinde yürüyenlerin işgalci ya da sömürgecilerden farklı olarak birer fatih olduklarını söylemek mümkündür. Fatih, her şeyden evvel gönülleri fethetme gayretinde olandır. Tıpkı Hacı Bektaş Velî’nin gönül tahtının sahibi olmakla hak ettiği Hünkârlık makamı gibi, fatihlerin makamı gönüllerdedir.
Sömürgeci anlayış ile fetih zihniyeti arasındaki fark, sömürgeciliğin ne olduğu anlaşıldığında gerçek manasıyla kavranabilir. Sömürgecilik tanımlanırken temele“yerleşmek” konulmaktadır. Buna göre “Yeni bir ülkede bir yerleşke…yeni bir yöreye yerleşen, anayurtlarına tabi halde ya da onunla bağlantısını koruyarak bir topluluk oluşturan bir grup insan; yerleşimi ilk olarak gerçekleştirenlerin soyu ve ardılları tarafından bu şekilde oluşturulan topluluk anayurtla bağlantıyı koruduğu sürece bu yerleşime “colonia” denir” (Loomba, 2000: 18-19). Sömürgecilik kavramının karşılığı olarak kullanılan kolonyalizmin, yerleşme ya da “çiftlikleşirme” anlamı, “vatan” kavramından hayli uzaktır ve esasında buradaki anlam “ana vatan-koloni” ayrımına dayanmaktadır. Vatan’ın, dünyanın geri kalan diğer topraklarının tamamından tercihli ve üstün olan, uğruna can feda edilen, edilmesi gereken, kutlu toprak olmasına karşılık, Koloni’nin böyle bir özelliği yoktur. Bu yüzden de bir kolonyal, kolonisini “vatan” olarak değil, bir “ticari işletme” olarak görür; onun kolonisine bakışında sadece tek gaye vardır: Bir kaplanın bir ceylanı sadece yenilecek bir nesne olarak görmesi gibi, bir sömürgeci de bir sömürgeyi talan ve istimlâk edilecek yeni bir yer olarak görür. Buraya ilişkin düşüncesi vatanlaştırmak olmadığı için kaynakları sonuna kadar sömürür ve kârlı olmaktan çıktığında da orayı terk eder (Hocaoğlu, 2003: 284). Sözkonusu tanımdaki vurgu yerleşkenin “yeni” oluşu ve yerleşenlerin “anavatan”la bağlantılarını devam ettirmeleridir. Ancak her ne kadar yeni bir yerden söz ediliyor ise de aslında orası eskiden beri orada yaşayanlar için yeni değildir. Başka bir ifadeyle söz konusu olan işgaldir. Anayurtla olan bağlantı ise kaynakların aktarılması ile alakalıdır. Anayurt, bir anlamda sermayenin aktığı yerdir.
Sömürgecilik dışında bazen aynı olguyu bazen de farklı olguları anlatmak üzere kullanılan bir başka kavram da emperyalizmdir. Imperium kelimesi, başkalarını hükmü altına alabilme gücü, bu gücü ile yayılabilme, genişleme uygulamaları anlamına gelmektedir. Kendi dışında kalanı hükmü altına alarak örtülü veya açık bir sömürü düzeni oluşturmak için her yolu kullanabilenlerin izlediği yol şudur: Önce aldatıcı, sonra sindirici, sonra da ezerek biçimlendirici uygulamalar. Bu tür devletler yapıları ve hedefleri bakımından emperyal (sömürgeci) niteliklidir. Cihan devletleri ile imparatorluklar bu açıdan ayrışırlar. Gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı Devleti birer cihan devleti olup sömürgeciliği ve asimilasyonu yapanları gördüğü hâlde bunu doğru bulmamış, adalet ve ahlâkı hâkim kılma hedefini benimsemişlerdir. Avrupalı emperyalist devletler ve eski Sovyet tipindeki adı veya işlevi imparatorluk olan yönetimler ise, dün de, bugün de kendi dışındakileri sömürmenin bilimini ve ideolojisini yapmakta ve uygulamaktadırlar (Tural, 2009). Eski ideolojiler biçim değiştirerek sömürgeciliği çağa uyarlamaktadırlar. İdeolojilerin ya da tarihin sonunu ilan edenler, meydanı sömürüyü küreselleştiren globalizm ideolojisine terk etmektedir. Geçmişte imparatorlukların siyasî çatısı altında yürütülen sömürgecilikle mücadele ederek sömürü sisteminin tek seçenek olmadığını dünyaya fiilen göstermiş olan Türk medeniyetinin, bugün de Saltık Baba ruhuyla hareket ederek “TINA”*yı geçersiz kılması mümkündür.
Yazının Devamı Gelecek Hafta